Şimdiye kadar açıklanan seçim beyannamelerini nasıl buluyorsunuz? İktidarın ve muhalefetin belediyecilik vizyonlarında bir değişim olduğunu düşünüyor musunuz?
Bugünden itibaren, önümüzdeki dönemde arka arkaya adayların seçim programlarını, projelerini ve vaatlerini dinleyeceğiz. AK Parti bunun açılışını yaptı, arkasından da diğer partiler gelecektir. Bu beyannameleri nasıl okuyabiliriz, nasıl yorumlayabiliriz? Sadece yerel seçim beyannameleri değil, bütün seçim beyannameleri için benzer bir reaksiyon verilir: “Bunlar hiçbir işe yaramıyor, lafügüzafta kalıyorlar, bunları ciddiye almayalım.” Aslında Amerika Birleşik Devletleri’ni, Fransa’yı da Kanada’yı takip eden adayların verdikleri sözlerle, gerçekleştirdikleri arasındaki ilişkiye bakan insanlar pek de iyi bir manzara sunmuyorlar. “En erdemli”, “en düzgün” politikacı olarak bilinen Justin Trudeau bile verdiği sözlerin sadece yüzde ellisini yerine getirebilmiştir. Aynı internet sitesinde bu oranın Trump için yüzde 30 olduğunu söylüyor. Türkiye’de bu durum nasıl? Kısaca yapılan bir çalışmalar, dar kapsamda da olsa, yüzde 50’nin altında olduğunu gösteriyor. Yani siyasetçiler verdikleri sözleri tutmuyorlarsa, verdikleri sözleri bakmanın manası ne? O yüzden de seçim beyannamelerini ve hükümet programlarını çok ciddiye almamak gerektiğini söyleyen bir akım var.
Bir de tam tersi yönde hareket eden bir ekip de; hükümetlerin, partilerin söylediklerinin hükümet programlarıyla ve dolayısıyla yaptıklarıyla ilişkili olduğunu ve maddi çıktıları olduğunu söylüyorlar. Yani bir iktidar, işsizliği azaltacağım diyor ise o iktidar döneminde işsizlik azalmış mı değil mi bakmak mümkün ya da enflasyonu azaltacağım dediğinde, vergi tabanı gibi mesela birçok konuda buna bakmak mümkün ve ilişkili olması gerektiğini de düşünüyorlar. Zaten demokrasinin asli tanımı budur.
Bir de yani sadece “hiç anlamı yoktur” ve “fiziki olarak anlamlıdır” diyen iki uca bir uç daha eklersek, yani resmi karmaşıklaştırırsak, “anlamı olduğunu” ve “retorik olarak anlamı olduğunu” söyleyenler de var. Yapar ya da yapamaz, yani yapabilmek zaten çok kolay bir şey değil, birçok dışsal faktöre bağlı olarak gerçekleşiyor. Yani pandemi öncesinde siz ne vadedersiniz vadedin pandemi olduğunda bu sözleri tutmak çok kolay değil. Birçok örnek verebiliriz. Dolayısıyla buna partileri ayrıştıran konular olarak bakıyorlar. Bu karşılaştırmanın manifesto projesi olarak bilinen, 1940’lardan bu yana, yüzlerce partiyi onlarca ülkeden analiz etmiş, tasnif etmiş bir grubun iddiası.
Retorik değerine bakalım, en basit soru: “Bir partinin sağcı mı solcu mu olduğunu nereden bileceğiz?” Bak manifestosuna, öğrenilebiliyor mu, öğrenebiliyor. Bu açıdan çok zengin bir veri kaynağı, bunu not olarak düşmekte fayda var. Retorik olarak sadece bu tür pratik soruların yanıtını vermenin ötesine bir anlatı olarak geçebilir. Vadettiği yaşam olarak ne? Neleri dahil ediyor, neleri dışarıda bırakıyor? Bunu söylemiş de, neyi amaçlayarak söylemiş, hangi toplumsal segmenti hedeflemiş? Farklı bir bakış açısıyla bunu söyleyen kim? Onu söyleyenin kişiliğine bakmakta fayda var.
Böyle baktığımız zaman, Türkiye’de seçim bildirgeleri anlamlı mı? Büyük ölçekte anlamlı. Yani partileri ayrıştırmak için seçim bildirgelerine bakabilir miyiz, bakarız. Bir seçim bildirgesine bakarak hangi parti sağcı hangi parti solcu söyleyebilir miyiz, söyleriz. Öte yandan da Türkiye’nin kendisine özgü koşulları nedeniyle partilerin görmezden geldikleri bazı sorunlar var, bir de fazla önemsedikleri o andaki “zeitgeist”in yani zamanın ruhunun etkisiyle çok önemsedikleri meseleler var. Bir de hiç önemsemedikleri meseleler var; kadın meselesi, toplumsal cinsiyet meselesi, gençlikle ilgili meseleler, hayvan hakları vs. gibi konuları çok önemsemediklerini söyleyelim. Burada da önemli bir fikir verebiliyor zaten kimler bunu önemsiyor ya da önemsemiyor.
Peki, yerel seçimlere gelirken manzara değişiyor mu? Yani yerel seçim bildirgeleriyle ne yapacağız? Aslında, daha iyi işleyen bir demokraside yerel seçim bildirgelerinin, partilerin ulusal duruşlarıyla ilişkili olması gerekiyor. Burada da iki farklı uçtan bahsedebiliriz. Bunlardan bir tanesi, bütün seçimler ulusaldır diyen bir yaklaşım var. Bunlardan biri; “yerelin etkisi çok önemli değil, insanlar ulusal faktörlerle oy verir” diyenler ki doğru olabilir, ekonomik krizler, savaşlar gibi faktörle baktığınızda bunlar tabii ki etki unsurlarıdır. Öte yandan “bütün siyaset yereldir” diyenler var. Yani tamam, siz orada güzel cümleler kurun da, seçimde burada nasıl kampanya yaptınız, hangi toplumsal segmentlerin kalbini kazandınız gibi meseleler belirler diyenler var. Şimdi ideal bir demokraside, özellikle bizim gibi üniter bir devlette, bu kadar ulusallaşmış seçimlerin olduğu yani yerel faktörlerin geri planda kaldığı, partilerin çoğunlukla ülke çapında oy kazanıp kaybettikleri bir siyasal yapıda, ulusal ajandaların yerel ajandalara daha çok hükmetmesini bekleriz. Peki oluyor mu? Bakıyoruz, zaten bazı partiler ulusal düzeyde ajanda açıklıyorlar. Dolayısıyla bunun aşağıya doğru sirayet etmesi lazım. Şimdi muhalefetin önde gelen partisi CHP’ye baktığımızda; sosyal demokrat olma iddiası taşıdığı, kendisinin de toplumcu belediyecilik gibi iddiası olduğu için bunun böyle olmasını bekleriz. Zaten parti içi eğitimlerle yani belediye başkanlarına ya da belediyenin stratejik karar vericilerine verdikleri eğitimlerle ya da parti içerisinde ürettikleri metinlerle ya da yaptıkları iyi uygulama paylaşımları ile bunu yapmaya çalışıyorlar. Bir sosyal demokrat belediyecilik dilini belediyelere vermeye çalışıyorlar.
AK Parti bunu biraz daha pazarlama kampanyası gibi ele alıyor. Yani çok uzun zamandır AK Parti’de kampanyanın dili sloganının merkezi olarak belirleniyor, yerele çok az bir yer bırakılıyor. Diğer partiler ise henüz bu konuda çok başarılı bir örnek sergilemediler. Örneğin MHP’de genel merkezin yerelle ilgili bir söylemi zaten yok. Yerelde de aktörler bazı argümanlar geliştirebilirler. Dolayısıyla bizde de ulusallaşmış bir ajanda dayatması olduğunu söylemek mümkün değil. Yukarıda bir yerel yönetimler politikasını aşağıya doğru indirme eğilimi yok. Daha çok partiden partiye değişmekle beraber bazı havalı konseptler ya da hoşa gidecek sloganlar ya da partinin genel çizgisini oluşturacak meseleler aşağı iletiliyor ve aşağısı ajandalarını belirlemekte rahat bırakılıyor.
Aşağının ajandasını belirlemekte bir sakınca yok, aslında katılımcılık söz konusu olsa yani burada biz vatandaştan mahallemizin, ilçemizin ve ilimizin sorunlarını belirlemekte ve çözümünü önerilerini belirlemekte katkı veren kişi olabilsek çok da iyi bir sistem denebilir. Neden Ankara, Van’ın sorununu çözsün ki, Van’ın sorununu nasıl bilsin ki? Bu açıdan fena olmadığını söyleyebiliriz. Bu programların yazılmasına odaklandığınızda esas olarak katılımcılığın, istişarenin, dayanışmanın çok fazla olduğunu göremiyoruz partileri tasvir edecek olsak, en azından AK Parti’nin parti teşkilatından yerel sorunlar hakkında bilgileri derlediği konusunda bilgimiz var. CHP’de son dönemde biraz daha yerelin sözü daha fazla dinlenmeye başlandığı bazı katılımcı uygulamalar var. Vatandaşa kadar ulaşmasa da deneniyor, bütün bunlar bakıldığında yerelinde bu ajandayı belirleme şansı var. Ama genelde olan, o programları oradaki projeleri bir reklamcılık faaliyeti olarak görmesi. Yukarısı bir çerçeve çizmiyor, aşağısı çok fazla fikir vermiyor. O zaman o kampanya dilini oluşturanlar kendi sloganlarını oluşturuyorlar. Bu konuda saha deneyimini paylaşmış olan bir iki tane siyasal reklamcı var, oradan görüyorsunuz zaten… Hiç tanımadıkları birine kampanyanın nasıl yapılması gerektiğine dair yol gösterirken hangisi sloganlara ön plana çıkartacaklarını da anketler yoluyla karar veriyorlar ve anketler bu konuda o kadar iyi bir yöntem değil. Dolayısıyla orada biraz daha moda gibi gelen, onlara hoş gözüken kavramları görebiliyoruz. Peki, süreci nasıl okuyacağız?
Ben açıklanan manifestolara baktığımda bu üç unsurun ne kadar birbirini dengelediğini anlamaya çalışıyorum. Murat Kurum’un açıklamasına bakma şansım oldu. Burada yerelde çok fazla bir şey gelip gelmediğini görmek mümkün değil. Çünkü önerilen Murat Kurum’un ifade ettiği projelerin; ulaşım kolaylığı, giyim, maddi yardımların arttırılması, bilgi sistemi kurulması, deprem vb. gibi zaten İstanbul ölçeğinde bilinen sorunlar olduğunu görüyoruz. O sorunlara iki gözünüz kapalı, kimin söylediğini bilmeden dinleyecek olsanız; “bu bir sosyal demokrat parti mi” diyebileceğiniz birtakım kavramlar da yerleştirilmiş. İşte ben bunları gördüğüm zaman, reklam tarafının daha fazla ön plana çıktığını açıkça görebiliyorum. Tabii ki İstanbul ölçeğindeki bir kampanya çok büyüktür. Bu biraz daha aşağıya gittiğinde ilçe bazında daha farklı unsurları da taşıyabilir. Yine Kurum’un kampanyasında AK Parti belediyeciliğinin başarılı olduğu düşünülen sosyal hizmet tarafı gibi şeyler ya da bazı belediyelerin başarıyla uyguladığı “ucuz yemek sağlamayı bilmek” gibi meseleler ya da kadınlara kıraathane vermek gibi (ki ben küçümsenecek bir şey olduğunu düşünmüyorum, önemli bir şey kadınlara kıraathane vermek) projelerin de yukarıya taşındığını görüyorum. Şöyle baktığımız zaman, ağırlığını daha çok reklamcıların ya da kampanyacıların oluşturduğu bir içerik var gibi geliyor. Bunun üzerine henüz “ulusal sos” çok iyi yedirilmemiş, yerelden de katkı var.
Şöyle bir gerçeklere karşı karşıyayız; yani yerelden katkı alabilecek, yerin sorunlarını dinleyebilecek ve onu manidar bir şekilde seçim kampanyalarına ve projelerine taşıyabilecek parti sayısı da sınırlıdır. Bunu AK Parti yapar, CHP yapar, bölgesel olarak çok güçlü olduğu için HDP ya da DEM yapabilir ya da gerçekten küçük noktalarda belediyecilik yapan, sokağın nabzını iyi tutan ve buna çözüm üretebilen birkaç tane radikal yapabilir. Bunu yapmak da çok kolay bir şey değil, her partide bu kapasite yok. Bunu yapmayarak fırsat kaçırıyorlar mı? Kaçırıyorlar. Yani reklamcıların dozunu biraz azaltsalar, ulusal kampanyayı bir çerçeve oluşturacak şekilde tasarlasalar ama yereli daha fazla dahil etseler daha gerçekçi bir kampanya yürütmeleri mümkün. AK Parti bu dengeyi daha iyi kuran bir parti, en azından reklamcı etkisini biraz daha tutabildiğini düşündüğüm bir partidir ama galiba bu seçimlerde reklamcılar biraz fazla çalışmışlar.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.