Sadakatin Tasfiyesi ve Sevgisizlik Fragmanları – II
Cesare Pavese, “En kutsal sevgilerimizin’ hepsi tembel bir alışkanlıktan başka bir şey değildir” diye not düşer günlüğüne…
Gönül isterdi ki adalet konusunda da bu tembelliğe kapılıp onu bir alışkanlık haline getirebilelim.
Bu yazı dizisinin ilk bölümünde Ricoeur’un dediği gibi onu duygusallığın gelip geçici ve sadakatsiz bağlılıklarına terk etmeyelim.
Keza adalet, muhafaza edilmesi adına sevgiye, kendisine meftun adil insanlara ihtiyaç duyar.
Böylesi bir tembelliği kim istemez.
Dikkat çekici nokta ise adalet fikrini, adil olmayı “kutsal bir sevgi”nin alışkanlığı kılamamak…
Sevginin muhafızlığı söz konusu olmadığında adalet, yetersiz açıklamalarla yüklü boş bir inançtan hallicedir.
Beyhude bir bekleyiştir.
Adaletin, muhafaza edilmesi gereken bir şeyden beklenen şeye dönüşü çağımızın söylemsel niteliğini teşkil etmektedir.
Sevgisizliğin Sonuçları
Basit bir yorum:
Birini sevmeyi bıraktığınızda yani ona bakışınız sevgisizliğin hükmünde şekillenmeye başladığında artık onu umursamayı, özlemeyi, onun için kaygılanmayı bir yana bırakırsınız.
Bu basit düzeyde sevgi, duygusal bir yoğunluğun derecelerinden ibarettir ve onu nesnesinden, yani kendini gönüllü olarak korumakla yükümlü kıldığı hedefinden kopardığınızda ya nötr, etkisiz hale gelir ya da kendine yeni bir hedef arar.
İkincisinin yüzeyselliğine dair kanıtı ilk bölümde belirtmiştik: Sevgiye emredilmez, o emreder.
Bakarsanız, Pavese’nin kutsal sevgisine zemin olan tembellik, bu emre koşulsuz itaatten başka bir şey değildir.
Peki, bu koşulsuz itaatin yerini, adaleti bir cezaya indirgeyen soğukluğun almasını nasıl açıklayacağız?
Tam olarak sevgisizliğin tesisi ile…
Büyüsünü yitirmiş dünya bu tesis ile barındırdığı canlılara bakar, onları görür ve duyar.
Sevgisizlik, Bernard Stiegler’in deyimiyle, radikal bir inançsızlık üreten ve “philia”nın tasfiyesiyle bireyi parçalayan bir süreçtir.
Philia yani yaşayan dillerin ifade ettiğinden çok daha geniş bir anlama sahip dostluk… Dostluğun yanında pek çok başka duyguyu daha içine alır.
Sadakati, bağlılığı, karşılıksızlığı, paylaşımı, sorumlu olmayı…
Başka bir deyişle, philia olarak dostluk belirli bir tutarlılıklar düzlemini varsayar.
Bu tutarlılığın asli gücü, seviyor olmaktan sevinç duymaktır. Sadakatten, sorumlu olmaktan sevinç duymak…
Büyüsünü yitirmiş dünyada philia olarak dostluğun dünyasında birey olsa olsa “yalnız” gerçekleştirebileceği çözümlerle ilgilenir.
Örneğin sorumluğu olduğu kişi ya da toplum üzerine düşünmeyi en iyi ihtimalle ikinci plana atar.
Tutarlılıklar düzlemi sarsılır.
Adalet Tutkusu ve Sorumluluk
Sevgisizliğin tesisinin ifadesi olarak tutarlılığın sarsıntıya uğrayışı soyut bir mesele değildir.
Gündelik rutinlerimizden tutun da sevdiğimiz bir yüze bakışa kadar her âna etki eder. Aynı şekilde bireyin tasfiyesi olarak toplum olgusunu, toplumsallığı, dolayısıyla da adaletin ne olduğuna dair sağduyuyu kendinden geçirir.
Birlikte yaşamanın formu olarak toplum kimlikçi anlayışların karşıtlığına, dolayısıyla da bu karşıtlığı dayatmak için politik doğruculuğun yapışkan hoşgörü kavrayışına terk edilir.
Bu durumun iki dayanağından söz edebiliriz.
İlki, bireyin parçalanışı…
Kracauer, “insanların fikir tarafından birey olarak biçimlendirilmesiyle grup üyesi olarak biçimlendirilmesi” arasındaki bir fark olduğunun altını çizdiğinde tam da bu parçalanışa işaret eder.
İlk durumda birey, kendini var eden yalıtılmışlığı muhafaza ederken ikinci durumda “parça-benliğe” dönüşür, grubun fikrini benimsediği ölçüde birey olduğu hissine kapılır.
Yalıtılmışlık, philia olarak dostluğun var olması için gerekli mesafeyi sağlar.
Oysa bireyin parçalanışı birey ile herhangi bir grup ya da toplum arasındaki sağlıklı ilişkiyi engeller. Birey, grubun uzantısı olarak kendi iç tutarlılığından koparılır.
Bu işlemde bütünleşme yerine, bir parçalanma, bireyin kendini grup lehine hibe etmesi söz konusudur. Bütünleşmenin adı ise sadakattir.
Sadakat Bütünlüktür
Josiah Royce, sadakatin biçimlerine dikkat çektiği çalışmasında şu noktanın altını çizer:
“Sadakatin dinî, ticari, mesleki ve daha birçok başka biçimi vardır. Hangi biçimi alırsa alsın adaletin özü şudur: Kimse yalnız kendi karmakarışık doğasına bakarak bir yaşam planı bulamayacağı için, herkesin dışarıya, toplumsal uzlaşımlar, eylemler ve nedenler dünyasına bakması gerekir”.
Sadakat, aynı zamanda, bireyin parçalanışının bir diğer yüzü olan radikal bireyciliğin her yanı kaplamasıyla birlikte adalet anlayışımızın dışına itilmiş bir erdemdir.
Benzer şekilde bağımsız olma potansiyelini yitirmiş “parça-ben” de sadakatten uzak bir yerdedir. Çünkü sadakatin gerektirdiği bilinci, uzantısı olduğu gruba hibe etmiştir.
Dolayısıyla bu noktada “dışarıya bakmanın” koşulları başka insanları ya da canlıları görüp duyma kaygısını dışarıya atan, grup aidiyetine bırakılmıştır.
Bu hibede aynı zamanda utanç da kendini, gruba aidiyetin referansına bırakılmış durumda…
Robert C. Solomon’un belirttiği gibi sadakat ve utanç sadece eski çağlara ya da artık geride kalmış toplumlara özgü tuhaf duygular değildir.
Bu ikisi, sadakat ve utanç, hepimizin bir arada olduğuna dair farkındalığı mümkün kılan adaletin temelidir.
Dolayısıyla philia olarak dostluk, sadakat ve utanç duygularını da mümkün kılan bir arada olma halinin güvencesidir.
Bireyin parçalanışı, onun her eylemde referans aldığı grubun hükmünde, adaleti ve onun unsurları olan sadakat ve utancı da istismar etmekte…
Bu istismarın diğer yüzü yurttaşlık duygusunun terk edilmesidir.
Yurttaşlık, diğer bir ifadeyle, sevgisizliğin yol açtığı sarsıntıda kolektiflere aidiyete kurban edilirken gözden kaçan şey adalet duygusudur.
Politik Doğruculuğun Kibri
Sadakat ve utanç, yurttaşlığın adalete dair asli duygularıdır.
Birey olarak yurttaş, bu erdem ve duygular sayesinde kendi konumlarını sorgulamaktan çekinmezler ki bunun adı, birlikte yaşamanın sorumluluğuna dair kaygıdır.
Kimlik politikalarının hükmündeki bir vasatta bu sorumluluğun ikamesi politik doğruculuktur.
Kozmetik olarak “olması gereken bir şey” şeklinde kodlansa da bu tutumun, Slavoj Zizek’in belirttiği gibi, gizlediği bir kibir vardır.
Düşünüre göre standart bir politik doğrucu tavır, “konuştuğumuz öznel konumu değiştirmek yerine içeriğe dair bir dizi kural” dayatmakla yetinir fakat hassasiyet talep ettiği durumların yaratılmasında kendi payının, kendi konumunun ne olduğuna dair bir sorgulamada bulunmaz.
Bu hususu Terry Eagleton şu şekilde somutlaştırır:
Politik doğrucu bir tavır, açığa çıktığı zeminde ırkçılığı ya da homofobiklerin konuşmasını yasaklar fakat onun “ucuz emeği sömürenlerle” pek işi yoktur.
Cümledeki tırnak içindeki kesiti çok şeyle değiştirebiliriz ama politik doğrucu tavrın tutarsızlığı, utanmazca karşımıza dikilmeye devam eder.
Ezcümle sevgili okur, adalet tutkusu ve onu var eden sadakat ile utancın yokluğu, siyaseti çözümsüzlüğe, toplumsalı çatışmaya ve iktisadi verilere indirger.
Hem siyasette hem de toplumsal düzeyde adalet, politik doğrucu kibrin panzehridir.
Fakat adalet tutkusunu duymak için unutulmuş yurttaşlığı, bu topraklarda yaşama irademizi hatırlamamız gerekiyor.
Yurttaşlık, en kutsal tembelliğimiz yani sevgimiz olmalı…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.