Ana muhalefet partisi, uzun zamandır bir demokrasi mücadelesi nasıl yapılmaz, onun örneğini veriyor.
Defalarca örneklediği bu durumun içinden çıkamıyor. Çünkü kendi söylemlerine meftun…
O kadar meftun ki gittikçe şikâyet ettikleri o demokrasi krizinin bir parçasına dönüştüklerini dahi göremiyor.
Kendi söylemine eleştirel yaklaşmayı ise iktidar partisini taklit etmek sandı, kimi zaman.
Demokrasi ve hukuk devleti çağrılarının millet nezdinde karşılık bulunmamasından şikâyet etmek kolay…
Fakat bu çağrıları yapan siyasi aklın, hükmetme süreçlerinde neden bu kadar geride kaldığı sorusu sorulmuyor.
Çünkü sorunun yanıtı, bizzat onu soracakların heder ettiği yılların ve imkânların çöpe atılması gerektiğiyle bağlantılı…
Muhalefetin “İktidarı” CHP
Açık konuşalım. Yıllardır ana muhalefet konumuna saplanıp kalmak, yani iktidar savaşlarında her daim mağlup olmak, CHP’yi kendi çerçevesinde bir iktidar odağı hâline getirdi.
Başka bir ifadeyle, CHP ne ilerleyen ne gerileyen bir konumda sabitlenince birileri için çıkar merkezi hâline geldi, bu da CHP’nin kendisine rağmen desteklenmesi gereken bir söylemi gündeme çıkardı.
Hâliyle demokrasi mücadelesinin içinin boşaltılması, önü alınamayan güven kaybı bu söylemin peşinden geldi.
“Muhalefetle de yarışıyoruz” ya da “kaybet, kaybettir” gibi trajikomik bir ifadelerin kolaylıkla dile gelebilmesi bu yüzden… Değişimin zerresini taşımayan değişimlerden medet ummamızı istemeleri de keza…
Biz bugün, onca politize edilemeyen toplumsal sorunların yanında, iktidarın her daim kalemşorluğunu yapanların muhalefetteki mevkidaşlarından demokrasi ve hukuk dersi alacak duruma geldik.
Bununla bağlantılı ikinci bir husus, ahlaki/psikolojik üstünlük lakırdılarını takip eden “bir seçimden fazlası” abartıları…
Yerel seçim, “yerel seçimden fazlası” olur. 14-28 Mayıs da “ölüm kalım seçimi” idi.
Seçimin olağan gereklerini, yani hükmetme rekabetinde öne geçmek için izlenmesi gereken stratejileri yerine getirmekteki yetersizlik bu söylemsel abartılarla telafi edilmeye çalışılıyor.
31 Mart’a 1 Hafta Kala
Türkiye’de 31 Mart’a bir hafta kala, 14-28 Mayıs’ın bir parçası olanların muhalefet adına “psikolojik üstünlük”, “yaşanabilir ülke için İstanbul muhalefette kalmalı”, “demokrasi” gibi mefhumları bayrak edindiklerine tanık oluyoruz.
Yıllardır giderek daralan cephelerden elde kalanları tutulmak isteniyor, haklı olarak.
Fakat kendi seçmenini ikna etmekten bile imtina eden bir siyasal yapının “yaşanabilir ülkenin” temsilcileri olması bile söz konusu değildir.
Nitekim ana muhalefette takılı kalma sendromu, muhalif seçmeni tahammülleri zorlayacak denli bir mecburiyet psikolojisine hapsetti.
Bu psikoloji üzerinden ülkenin “yaşanabilir” oluşunu kendilerini koşulsuz desteklememize bağlıyorlar.
“Yaşanmaz” diye tanımladıkları manzaranın oluşmasındaki paylarını unutuyorlar.
Çünkü bir ülkeyi yaşanmaz kılan, demokrasiyi krize sokan unsurların başında muhalefetin konforlu siyaseti, yani “sabitleşmesi” gelir.
Muhalefet, etkin bir alternatif olma kapasitesini yitirdiğinde, iktidarı siyasal değişimin kıyısında tutacak alternatif vizyonu ortaya koyamadığında demokrasi krize girer. Değindiğim “mecburiyet psikolojisi” bu krizin görünümlerinden biridir.
Hükmetme rekabetindeki başarısızlık adaletsizliğin kaynaklarındandır.
Bir kere bu, kendi kitlenizi bile temsil edemediğiniz anlamına gelir. İkincisi de farklı siyasal eğilimlere sahip kesimleri ortak mefhumlarda buluşturamaz hâle gelirsiniz.
Bakarsanız, her başarısızlıktan “başarı öyküsü” çıkarma eğilimleri de bu ikisinin yokluğunu telafi etmeye amaçlar.
Sosyolojiyi Okumak ya da Sosyolojiyi Küçümsemenin Hafifliği
Kurumsal muhalefetin temsilcileri, başta CHP olmak üzere kendi çağrılarının neden karşılık bulmadığı üzerine kafa yormalı.
Belki millete seslenişlerinde eksik olan bir şey vardır.
“Ne olabilir?” sorusuna karakteristik bir yanıt vermek mümkün: Sosyolojiyi okumak.
Çeyrek asırlık iktidarın sosyolojiye yönelik kimi algılar ürettiğini, toplumun ekseriyetinin de bu algıları benimsediğini ya da bu algılardan kimilerinin kemikleştiğini göz ardı ederek hareket etmek çok açık bir şekilde anlamsızdır.
Çünkü neticede bu sosyolojinin teveccühüne talipsiniz. Onu ikna etmek zorundasınız. Eğer niyetiniz, kimi muhalif siyaset bilimcilerin çok sevdiği ifadeyle “rejimin geleceğine” etki etmekse…
Devletin, seçilmiş yönetimine “rejim” kavramıyla seslenmek yabancılaştıran, iletişimi zorlaştıran bir etken olsa da kimin umurunda…
Bununla bağlantılı husus ise o iflah olmaz politik doğruculuk…
Seçmenin sokağına yansıyan konular hakkında politik doğrucu tutum almak hatta yerel siyaseti bile bu doğruculuğun kaygan tutarsızlığına hapsetmek sadece siyasal güveni zedeler.
Sosyolojiyi okumak, duyulabilir olanın farkında olmaktır.
Bu olmadığında, anlatmak istediğini, duyulabilir olana tercüme edememek ise ana muhalefetin genetiğine dönüşüyor.
Ne Olacak?
Türkiye’de siyasete yönelik artan ve kalıcı olması çok yüksek bir güvensizlik var.
Takvimleri 2002’de ya da 2010’ların başında kalmış kimi muhalif medyatiklerin siyaset bilimi jargonlarıyla anlattığından çok daha derin ve tehlikeli bu güvensizlik…
Bakınız, bir ülkenin belkemiği eğitimli orta sınıfıdır. Bugün bu sınıfın hem aldığı eğitimin anlamı, hem de maddi koşulları istikrarsızlaşırken dünyanın tükettiği kavramlarla seçmene seslenmenin manası nedir, sizlere bırakıyorum.
Ana muhalefetin, politik doğruculuk yüzünden ağzına alamadığı diğer sorunları saymıyorum bile.
Türkiye üretirken bölüşümdeki istikrarsızlığı gece gündüz bağırmayan muhalefeti ben anlamıyorum.
Yaptıkları tek şey, son kertede, kendilerine bile yabancılaşan soyut kavramları heder etmek…
Ve eş zamanlı olarak iktidardan umudu kesen insanların otomatikman kendilerine döneceğini hayal etmek…
Siyasi kariyer ile siyaset aynı şey değil. Söz konusu hayal dünyası, bu ayrımın yapılamadığı bir dünya…
Muhalif kitlelerin, birilerinin siyasi kariyer umudu olmaktan çok fazlasına ihtiyacı var: Tutarlı bir şekilde temsil edilmek ve çoğunluğa hitap eden bir siyaset.
Bunu gerçekleştirmek yerine kariyer örneklerini yaşatan figürlerden umut beslemek de anlamsız.
Çünkü ana muhalefet, muhalif konumun iktidarına dönüşmüşken onun ezberlerinden kurtulacağını düşünmek için bir sebebimiz yok.
Türkiye’de muhalefetin derin bir yeniden inşaya, bir zihin değişimine ihtiyacı var.
31 Mart’ın sonuçları bu inşayı yani gerçek değişimi çağıracaktır.
Elbette mevcut kadrolara “kaybettikleri” anlatılabilirse…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.