11:24 am Kutlu Kağan Dalkılıç, Siyaset

Devlet Tartışmaya Açılamaz

Anayasa Mahkemesi Can Atalay dosyasıyla ilgili hepinizin bildiği üzere geçtiğimiz günlerde bir karar verdi. Bu kararın ardından Yargıtay ilgili dairesi bu kararı tanımadığını belirterek Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu.

Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasında ortaya çıkan bu sıcak çatışma; bir tarafta kişinin milletvekilliğinin yasama ve meclisi ilgilendiren idari bir karar niteliği taşıdığını dolayısıyla nihai olarak bu kararı Yargıtay’ın verebileceğini, diğer tarafta ise bir milletvekilinin bireysel başvuru hakkını kullanarak temel insani haklarını Anayasa Mahkemesi üzerinden arayabileceğini ve dolayısıyla nihai kararı Anayasa Mahkemesi’nin verebileceğine dair ihtilafı doğurdu.

Tüm bu yaşanan süreç hukuk içindeki tartışmalarıyla işin uzmanları tarafından yorumlanabilir ve tartışılabilir elbette ancak süreçte ihmal edilmemesi gereken başat bir durum var ki usulen ihtilaflı hukuki ve idari durumlarda dahi yine usul devreye girer ve normlar hiyerarşisi ihlal edilemez, kurumlar hiyerarşisi bozulamaz, hele ki üyeler hakkında suç duyurusunda hiç bulunulamaz.

Devlet kendi varlığını bizzat tanımazlık edemez, kendi varlığını kurumları üzerinden tartışmaya açamaz, kendisini yok sayamaz.

Sürecin siyasi arka planı olduğundan kimsenin şüphesi yok sanırım zira partili başkanlık sistemine geçildiğinden beridir, siyaset ile bürokrasi ve parti ile devlet çok temel bir ayrımı kaybetti ve hiç olmaması gerektiği kadar girift biçimde iç içe girdi.

Tüm bu sürecin sonunun nihayet bizlere bu günleri göstereceği de aşikardı zira devlet artık maalesef kendi varlığını tartışmaya açtı.

Abdullah Gül üzerinden Anayasa Mahkemesi, Tayyip Erdoğan üzerinden Yargıtay belli ki bu kurumsal çatışma ile eski defterlere dair bir hesap görüyor. Bir dönemin liberal AK Parti’si ile bu dönemin totaliter AK Parti’si kendi içinde büyük bir defteri devlet üzerinden bu kurumsal hesaplaşma ile kapatmaya çalışıyor. Bütün bu süreç geldi çattı; TİP Milletvekili Can Atalay davası ile su yüzüne vurdu.

Tüm bu sürecin bize işaret ettiği yegane şey ise normatif ve kurumsal işleyiş bakımından devletin belirli bir ciddiyeti kaybettiği oldu hatta ciddiyetten öte, devlet bu süreçle kendi varlığını kendi üst düzey yargı organları üzerinden tartışmaya açtı.

Yargının siyasileşmesinin hazin sonu maalesef budur; devlet belirli bir eşik aşıldıktan sonra önce hukuk devleti olma vasfını kaybeder, sonra belirli bir eşik daha aşılır ve kanun devleti olma vasfını yitirir ve nihayet, salt devlet olmaktan vazgeçebilecek hale gelir.

Tüm kurumlar böylelikle süreçte haddini ziyadesiyle aştı ve dolayısıyla haddini aşan her şey gibi devlet de aslında gün itibarıyla zıddına döndü ve devlet olmak vasfımız bugün tartışmaya açıldı.

Meselenin ciddiyetinin gerek toplumsal gerek siyasal gerekse idari olarak umarım farkındayızdır zira bu yazının esas amacı, meselenin ciddiyetine dair bir farkındalık yaratma arzusudur.

Türkiye’nin askerî velayet, yargı vesayeti ve bürokratik statüko üzerinden Kemalist sistemle hesaplaşmasının çok ciddi sonuçları oldu ve kabul edilmesi gerekir ki yeni sistem makul ve meşru bir denge denetime kavuşturulamadı hatta elindekini de kaybederek radikal biçimde yüksek yargı organları üzerinden siyasileşti.

Askerî velayetin gayrı meşru velayeti kabul edilemezdi, yargı vesayetinin ise meşru bir vesayet olmasına rağmen kapalı devre işleyen dar bir klikle idare edilmesi ciddi bir sorundu, bürokratik statüko ise yer yer hayatın müteşebbis ruhunu ciddi biçimde örseliyordu.

Tüm bu süreç kabul lakin tüm bunlar yarı demokratik biçimde de olsa modern laik bir hukuk devletini örseleyerek dahi olsa belirli bir öngörülebilirlik çerçevesinde stabil biçimde geleceğe taşınabiliyordu. En azından devlet olma vasfını ağır aksak da olsa sürdürebiliyordu.

Sivil vesayet denilen şeyin yani millî irade fetişizminin devletin devlet olma vasfını tartışmaya açtığı günlerden geçiyoruz maalesef ve mesele oldukça ciddi bir boyuta taşınmış durumdadır.

Millî irade fetişizmiyle, çoğunlukçu bir demokrasiyle, denetimsiz bir siyasetle, partizanlaşan bir idari-hukuki sistemle bir yere varamayacağımız aşikardır.

Kanun devleti ve hukuk devleti olma sıfatlarını bir kenara koyalım; yüksek yargı üzerinden yaşanan çatışma, bugün itibarıyla, Türk devletinin varlığını yine Türk devletinin tanımadığının en acı işareti olmuştur.

Meşru bir vesayet mekanizması ve işlerliği olan tüzel bir bürokratik statüko kurmak siyasetin boynunun borcudur; bu denge denetim mekanizması tesis edilmeden milletin menfaatinin, kamu yararının ve ortak iyinin tesis edilemeyeceği açıktır.

İktidarın bir şeyin doğrusunu, iyisini, güzelini öğrenme maliyetini yıllardır millet olarak zaten ağır biçimde ödüyoruz ancak gün artık devletimizi kaybederek bu bedeli ödeme günü değildir!

Milletin rızası yoluyla işleyen siyasi tecrübenin, ortak kamu yararını işaret eden bu kaçınılmaz ve kaçılamaz sistemsel onarımı işaret eden sona yine kendi eliyle dönmeye mecbur olduğu açık biçimde görülmektedir!

Umulur ki bu sıkıntılı sürecin de bedeli yüce devletimizin varlığı olmasın ve olamaz!


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 272 times, 1 visit(s) today

Close