9:50 am Dış Politika, Siyaset

Erdoğan Rejiminde Dış Politika Zikzakları

Erdoğan Rejiminde Dış Politika Zikzakları

Uzun bir bekleme süresinden sonra İsveç’in NATO üyeliği AKP, CHP ve MHP’nin evet oylarıyla TBMM’de onaylandı. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan da onayladığında artık Türkiye İsveç’in NATO üyeliğine tamamen evet demiş olacak.

Ancak bu onaylama durumu ister istemez iktidar kanadından geçmişte İsveç’in NATO üyeliğine karşı yapılan aksi yöndeki sert açıklamaları gündeme getirdi. Öyle ki Devlet Bahçeli işi “Kandil neyse Stockholm de odur” demeye kadar vardırmış ve İsveç’in NATO üyeliğine kesin bir dille karşı çıkmıştı. Benzer doğrultudaki açıklamalar çok defa Erdoğan’dan da geldi.

Böyle olunca özellikle muhalefet kesimi durumu sorguladı ve buradaki çelişkilere dikkat çekti.

Hepimiz biliyoruz ki iktidarın dış politikada U dönüşü yapması yeni bir şey değil. Rahip Brunson olayından Mısır Devlet Başkanı Sisi ile görüşmeye kadar geçmişte birçok konuda mevcut iktidarın ve Erdoğan’ın çok keskin dönüşlerine, dün kara dediğine bugün ak dediğine şahit olduk, olmaya da devam edeceğiz.

Peki neden? Bu yazıda bunun sebeplerini inceleyeceğim.

Şahsileşen ve keyfileşen dış politika

Türkiye’de son 20 senede adım adım bir rejim değişikliği yaşandı. Yüksek bürokrasi vesayetinde bir yarı-demokrasiden popülist-otoriter bir tek adam rejimine geçildi. Bu rejim değişikliği ile beraber dış politikanın belirlenme biçimi de radikal bir biçimde değişti.

Eski ulusalcı rejimin dış politikası dışişleri bakanlığı tarafından belirleniyor ve Türkiye’nin kuruluşundan beri süregelen Atatürk’ün miras bıraktığı bir gelenek sürdürülüyordu.

Yeni popülist rejimin dış politikası ise, her alanda olduğu gibi, gittikçe daha fazla Erdoğan’ın şahsında tekelleşti. Dış politikadaki ana stratejileri bizzat Erdoğan kendisi belirlemeye başladı. Bu şekilde Türkiye’nin 200 yıllık köklü hariciye geleneği de bir anlamda rafa kaldırılmış oldu.

Maksimalist el yükseltme stratejisi

Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan dış politika belirlerken kendi siyaset tecrübesinden devşirdiği birtakım teorilerden hareket ediyor. Hatta aynısını ekonomide de yapıyor ancak bunun ülkeye ödettiği bedeller başka bir yazının konusu.

Erdoğan’ın kafasındaki teoriler doğrultusunda uyguladığı müzakere stratejilerinden birisi ve belki de en önemlisi “maksimalist el yükseltme”. Bu stratejiye göre Erdoğan müzakere edilen herhangi bir konuda önce maksimalist taleplerde bulunuyor ve bunlar olmazsa karşısındakine hiçbir surette istediğini vermeyeceğini deklare ediyor. Bunu yaparken meselenin tam olarak kendi istediği biçimde sonuçlanmayacağını, en sonda kaçınılmaz olarak tavizler verilerek bir orta noktada buluşulacağını kendi de biliyor. Ama “eli en yüksekten açarsam buluşulan orta nokta da benim istediğime daha yakın olur” diye düşünüyor.

Aynı şekilde Bahçeli de bu stratejide aşırı uzlaşmaz bir tavır sergileyerek Erdoğan’ın elini yükseltmesinde ona destek oluyor.

İşte Erdoğan rejiminin dış politikadaki U dönüşleri temelde bu stratejiden kaynaklanıyor.

İsveç’in NATO üyeliğinde de böyle oldu. Erdoğan ve Bahçeli önce aşırı uzlaşmaz bir tavır sergiledi. ABD’den F-35’leri İsveç’ten AB üyeliği konusunda destek istedi. Ancak muhtemelen bunların ya hiçbirini alamadı ya da kapalı kapılar ardında belki birazını alabildi. Ama sonuçta İsveç’in NATO üyeliğini onayladı.

Dolayısıyla bu stratejinin çok işe yaradığını söylemek zor. Çünkü karşı taraf sizin böyle bir stratejiyle hareket ettiğinizi, maksimalist hedeflerin çok büyük oranda retorikten ibaren olduğunu ve gerçek somut pazarlık gücünüzün bu maksimalist hedeflerin altını doldurmaya yetmeyeceğini zaten biliyor. Taviz verecekse bile somut duruma göre veriyor, içi boş retoriğe değil.

Nitekim Türkiye’nin Suriye’den Doğu Akdeniz’e, Batı’yla ilişkilerden Rusya’ya kadar dış politikanın birçok alanında potansiyelinin altında durumlara razı olmak zorunda kaldığını göz önüne alırsak bu stratejideki başarısızlığın teyit edildiği görülebilir.

Umursamaz seçmen kitlesi

Erdoğan’ın popülist siyaset tarzının bir uzantısı olarak da düşünebileceğimiz “maksimalist el yükseltme” stratejisi dış politikada pek işe yaramadığı gibi aynı zamanda kendisini “U dönüşleri yapan aktör” konumuna da düşürüyor.

Aslında bu durum iç politikada pek bir sorun oluşturmuyor. Çünkü ortalama vatandaş dış politikayı büyük oranda zaten pek anlamıyor. Doğrudan bir güvenlik sorunu olmadığı sürece, ekonominin detayları gibi dış politikayı da vatandaş teknik ve kendisini ilgilendirmeyen bir konu olarak görüyor.

Görece daha eğitimli ve bir miktar dış politikayı takip eden Erdoğancı seçmen de Erdoğan’a duyduğu güvenden ötürü bu U dönüşlerini umursamıyor. “Dış politika zaten böyledir, dün ak dediğine bugün kara dersin” diye düşünüyor.

Son tahlilde, muhalefet buradan ne kadar vurmaya çalışırsa çalışsın, Erdoğan’ın dış politika U dönüşleri onu iç politikada hiçbir surette zor duruma düşürmüyor. Erdoğan da söz konusu U dönüşlerinde zaten en çok buna güveniyor.

U dönüşleri yapan güvenilmez aktör

Ancak Erdoğancı seçmenin dış politikadaki U dönüşlerini umursamaması kimsenin umursamadığı anlamına gelmiyor.

Küresel siyasetin aktörleri bu U dönüşlerinden ötürü hem Erdoğan’ı hem de Türk devletini nasıl davranacağı belirsiz, güvenilmez bir aktör olarak görmeye başlıyorlar.

Her konuda maksimalist çıkışlar yapıldığı için artık yapılan çıkışların bir önemi kalmıyor. Sözünüzün bir ağırlığı kalmadığından artık ciddiye alınmamaya başlanıyorsunuz.

Erdoğan’ın ve Türk devletinin dünyadaki imajı özellikle son 10 yılda maalesef bu şekilde yerleşmiş durumda.

Ne var ki bu durumu da Erdoğan pek umursuyor gibi gözükmüyor. Popülist bir siyasetçi olarak Erdoğan’ın tek umursadığı, içerideki seçmenin ne düşündüğü. Türkiye’deki popülist rejimde siyaset tamamen seçmen tercihlerine endekslendiği için iç politikada bir sorun yaşamadığı sürece Erdoğan dış aktörlerin ne düşündüğü ile ilgilenmiyor.

Tüm bu süreç içerisinde, özellikle iktidar seçmeni “güçlü lider, güçlü Türkiye” propagandası ile avutulurken aslında dışarıda başka bir tablo söz konusu. Ne var ki bu seçmen grubuna tatlı yalanlar acı gerçeklerden daha cazip geliyor.

Eskiden içeride başka dışarıda başka bir tablonun olduğu durumlar Sovyetlerdeki gibi kapalı rejimlerde olurdu. Şimdi ise farklı bir biçimde popülist rejimlerde oluyor. Örneğin Türkiye’dekine benzer bir durum Putin Rusyası için de geçerli.

Türk devletinin Türkiye’ye bir şey kazandırmayan şahsileşmiş ve keyfileşmiş bu dış politika yapım sürecinden tekrardan 200 yıllık hariciye geleneğinin birikimini sürdüren eski çizgisine dönmesi şart. Ancak mevcut rejim değişmeden bunun olması maalesef mümkün değil.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 180 times, 1 visit(s) today

Close