2:57 pm Edebiyat, Felsefe, Siyaset

“Feminizm” Şiire Düşman!

Kışkırtıcı bir başlık olduğunun farkındayım. Ancak bu kışkırtıcılık basit bir ilgi çekme arzusunun tezahürü değil aksine, karmaşık bir doğruyu ortaya çıkarma ediminin bir parçası. Elbette doğrular, kişilerin kendi değerleri ile oluşturduğu sübjektif tespit ve tekliflerden oluşan bir kurgu geometrisidir. Bu kurgu geometrisinin çizgilerinin doğru olup olmadığının kararını ise ona doğru diyen belli bir topluluk (kamuoyu) karar verir. Bir kişinin kurgusal alanından çıkan doğrular sistematikleştikleri andan itibaren kesin kabuller haline gelirler. Bu kesin kabuller ise sorgulanmaz ve onları sorgulamayı teklif etmek dahi tehlikeli bir eylem haline gelir. Oysa sorgucular her dönem var olmuşlardır. O ilk kurgunun hata payının olabileceği düşüncesini beyni delen bir kurşun gibi kafalarında taşıyan sorgucular bugünkü insani ilerlemenin yegane mimarlarıdır.     

İlerlemeyi bilime değil o bilimi yaratan zihinsel atmosfere bağlamak ütopik görülebilir. Ancak somutlaştırılmış hadise bu hakikatin fark edilmesi konusunda bizlere yardımcı olacaktır. Galileo bilimsel bilgisi ile Dünya’nın yuvarlak olduğunu ispat etmiştir ancak bunu bulunduğu topluma kabul ettirmekte zorlanmıştır. Burada karşımıza şu soru çıkmaktadır. “Galileo kesin kabulleri olan bir toplumda nasıl farklı olabilmiştir?” Sorumuzun yanıtı: Galileo’nun zihinsel pratikleri itibarıyla Kilise’nin yaratmış olduğu “gayrıbilimsel kurguya” karşı çıkan bir sorgucu olmasıdır. Ancak taraftarı fazla olan kurgulara karşı sorgucu bir pratik üretmek her dönem belli bir bedel ödemeyi göze almayı gerektirir. Galileo kendi yaratmış olduğu ahlak felsefesi gereği bu bedeli ödemeyi göze alabilmiştir. Yani iddiasını salt bilimsel bilgi ile değil o bilgiyi yaratan zihinsel atmosfer ve o fikri savunabilecek ahlak felsefesi ile ortaya koyabilmiştir. Bunlar bir bileşim olarak görülse de bu bileşimin yaratıcısı, bileşimin bir parçası olan zihinsel atmosferdir.

Kurgu (fiction) sözcüğü bir edebiyat anlatısına özgülük gibi görünse de gerçekte hayatın her alanını işgal eden, ona kendi mantığı içerisinde düzen veren sistematik yalanlar bütünüdür. Örneğin para bir kurgudur. Değersiz bir kağıt parçası olmasına rağmen ona bir değer atfeden insanların miktarına paralel olarak onun üzerinde hayalî (sahte/yalan) bir değer inşası başlar. Devletler, unvanlar, ahlak hatta estetik bile kurgu ile var edilmiş sahte sistematiklerdir. Hepsi birer inanca bağlıdır. Amerika Birleşik Devletleri somut bir gerçeklik değildir, tüm dünyada onun somut bir gerçeklik olduğuna inanan insanlar olduğu için kurgusal bir gerçektir. Bu durum hayatın, anlatısını kurgular üzerinden kuran edebiyattan rol çalmasıdır. Kurguların insan hayatına belli bir kolaylık sağladıkları doğrudur. Ancak kurgular taraftarlarının kişilik özellikleri nedeniyle belli bir süre içerisinde yozlaşmaya başlarlar. Bu, maddenin tabiatıyla ilgili diyalektik bir sonuçtur. Dünyadaki her varlık (somut ya da soyut) doğar, gelişir ve ölür. Kurgular da bu şekildedir. İlk başta üstün idealler ile ortaya çıkarlar, daha sonradan kendi kişilik özellikleri ile o üstün idealleri yozlaştıran insanların elinde yok oluşa sürüklenirler. Örneğin Karl Marx, insanların insan onuruna yakışır, eşit bir şekilde yaşayabilecekleri bir kurgu inşa ederek milyarlarca insana umut olmuştur. Ancak onun üstün idealli kurgusu Sovyet bürokratik diktasının kurucusu Stalin’in elinde kan ve gözyaşı felsefesi haline gelmiştir. Örneğin Adam Smith, üretimi arttırarak ve o üretimin metasının dolaşımı serbestleştirerek toplumsal hayatı düzenleyecek iktisadi bir kurgu yapmıştır. Ancak bu kurgu kendi kişilik özellikleri nedeniyle Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Belçika vs. birçok ülkenin yöneticileri tarafından nalıncı keseri gibi hep kendine yontan, ötekini yok sayan farklı bir kan ve gözyaşı felsefesi hâline getirilmiştir. Elbette başta üstün idealler ile ortaya çıkan bu felsefi ve iktisadi düşünce sistematiklerinin yozlaşma süreçlerinin (ve sonuçlarının) birçok eleştirisi yapılmıştır/hala yapılmaktadır. Bu eleştiriler ise zihinsel atmosferlerinin kendilerine sağladığı avantaj ile hareket eden sorgucular tarafından yapılmaktadır. Sorgucular öze değil özün aldığı son hale odaklanarak var olanın eksikliklerini/hatalarını teşhir işini üstlenenlerdir.

Feminizm Öldü. Yaşasın “Feminizm”!

 Eleştirimin girizgahını eleştirinin anlaşılması için bir lazıme olduğunu düşündüğüm ve tümdengelim mantığının niyetin açıklanması konusunda eleştirmene daha geniş imkanlar sağladığını düşündüğüm için bir nebze uzun tuttum. Ana başlığının ve alt başlığın kavram karmaşasınınsa tamamıyla bilinçli bir tercih olduğunu vurgulamam gerek. Feminizm ile “feminizm” karşıtlığını Türkçede çift tırnak işaretinin (“ ”) tam tersilik anlamı katması olanağından yararlanmak istedim. Yoksa feminizm iddiası altında kendini meşrulaştıran feminizmle alakası bulunmayan “feminist” düşüncenin şiire ve şairliğe verdiği zararı gösterebilecek herhangi bir kavram bilmiyorum. Yazımın ilerleyen kısmında feminizmi olumlu bir eşitlik, “feminizm”i ise bu olumlu eşitliğe karşıtlık/zıtlık olarak kullanacağımı belirtmek istiyorum.     

Genel olarak güncel edebiyatta, özel olaraksa güncel şiirde “feminist” söylem erkekliği sorunsallaştırıp bu sorunsallaştırmayı erkeklik üzerine yıkıcı bir güç unsuru olarak sunan bir yapıya sahiptir. Oysa feminizm, erkekliği sorunsallaştırırken buna paralel olarak ataerkinin inşa ettiği kadınlığı da sorunsallaştırarak yapıcı bir güç unsuru olarak belirir. Toplumsal cinsiyet kodlarının değiştirilmesini talep ederken bu değişikliği erkekleşme olarak değil eşitlenme düzleminde alır. Güncel şiirimizde kızkardeşlik bağlamında ele alınan söylemlerse kurgusal bir kadın cemaati üzerinden kadınlığı kutsamayı ele alan bir anlayışa dönüşmektedir. Kadın erkek eşitliğini “Erkekler giremez.”vari bir motto ile kadının üstün olması algısına bırakan, kendisini yaratan etik duyarlılığın ürünü olan feminist kurguya karşı bir anti kurgu inşa etmektedir. Genel olarak Türk edebiyatında özel olarak da Türk şiirinde kadın haklarını ve toplum tarafından kabullenilmeyen cinsiyet rollerini konu edinip sorunsallaştıran şairlerden olan Attilâ İlhan’ın bu konuda söyledikleri mevcut sorunun teşhisi bakımından bizlere önemli bir veri sunmaktadır: Kızların bir kısmının davranışlarından çok memnun olduğumu söyleyebilirim. Çünkü bunun için ben mücadele de verdim. Benim romanlarının kahramanlarının çoğu kadındır. Çünkü istiyordum ki; bilinçli, erkekle eşit; hatta bir de formülüm vardı benim: Mutfakta, sokakta, yatakta eşitlik. Şimdi bu eşitliğe doğru gidiyorlar; bu güzel. Ama şimdi başka bir şey görmeye başlıyorum; kadın, eşitliği değil, üstünlüğü istemeye başladı. Bu olmaz. Bu faşizmdir. Bu ırkçılıktır. Böyle bir ekip de var. Böyle bir takım da var. Bu çok yanlış bir yerdedir.[1]    

Feminizm gibi ataerkinin kodlarını dağıtmak gibi üstün bir ideale sahip fikrin, şiirde ataerkinin kodlarını tersine çevirmek olarak temalaştırılması nedeniyle en çok da gerçek feminist düşünce tahrip oluyor. Kadın şiir cemaatleri şiirimizde bir erkek cemaati olduğu kurgusu ile hareket etmekte haklı oldukları noktada, o erkek cemaatini yıkmak, bağlamını terk edip o cemaat yerine alternatif bir kadın cemaati teklif ediyorlar. İşin etik boyutuna bakıldığı vakit şiir dünyasından kadının tecrit edilmesi nasıl bir faşizmse şiir dünyasından erkeğin tecrit edilmesi de o denli bir faşizmdir. Bugün Türk edebiyatında sadece erkeklerin yazabileceği herhangi bir dergi yokken sadece kadınların yazabileceği dergilerin bulunması toplumsal cinsiyet rollerinin parçalanması yolunda bir adım değil aksine, toplumsal cinsiyet rollerinin kadın lehine değiştirilmesi arzusunun bir yansımasıdır. Bir yanlışın yerine doğruyu teklif etmek değil bir yanlışın eleştirisini yapıp yerine kendi yanlışının konulmasını talep etmektir. Bu yanlışın doğuracağı tehlike ise nitelikli ile niteliksiz arasındaki farkın kalkması ve en sonunda niteliği ortaya konulan esere göre değil ortaya koyanın cinsiyetine göre belirleme aşamasına geçilmesidir. Bu, dejenere edici süreç sürdükçe “feminizm” ortaya bir derinlik sorunsalı çıkaracaktır. Salt kadın kimliği yeterli görüldüğünden şiirde derinlik talep edilmez bir noktaya gelecektir. Farkında olunmadan bir dönemin şiirinin iplerini ellerinde bulunduran erkek cemaatlerinin hatalarına düşülüyor. Toplumsal yapı içerisinde ahlaki bulmadığımız “erkekçe” eylemlerin kadınlar tarafından yapılması da bu kişilerde eşitlik arzusunun telafi edilmesi noktasında bir moral güç yaratacakmış gibi bir algı yaratılıyor. Bugün “feminist” şiir, cinselliği erkekler üzerinden aldatma eylemi ile olumsuzlarken kadınlar özelinde cinsel özgürlük diye olumlama noktasına varıyor. Oysa o eylemlerin erkekler yaparken gayriahlaki görünmesi kadınlar yapınca gayriahlaki olmayacağı anlamına gelmemektedir. Şiirde yaratılan bu tematik yanılsama, çoğu kez insana cazip gelmekte ancak pratikte insanı mutlu eder bir noktaya ulaştırmamaktadır. Meseleye bu yönüyle bakıldığı vakit Tahsin Yücel’in bu konudaki tespiti çok değerlidir: Kadının hiçbir şeyi derinleştirmemesi, kendisini geliştirme yolunda fazla çaba harcamaması isteniyor. Örneğin kişinin dünyaya yalnız bir kez geldiği gerekçesiyle fazla çalışmaması, dolayısıyla küçük, önemsiz işlerle yetinmesi, biri Dostoyevski ya da Tolstoy’dan söz açınca konuyu hemen kapatması, sevgilisine kitap armağan edilmesi isteniyor. Bir de, en büyük önemi cinselliğe verirken, erkeği yalnızca bir haz aracı olarak görmesi, olabildiğince kısa bir sürede değiştirmesi, hatta tek gecelik aşklarla yetinmesi salık veriliyor. Eskiden kötü erkeğin tutumu olarak bildiğimiz konumu bugünün “özgür kadın”ı alırsa, her şey yoluna girecek diye düşünüyor olmalılar.[2]

Bu “Çağın Ruhu” Bizi Nasıl Aldatıyor
?

Genel anlamda edebiyat, özel anlamda şiir cinsiyetten, dilden, ırktan bağımsız yaratılır. Kişiliğin sınırsız özgürlük alanlarıdır. Oysa kendisini feminizm olarak sunan “feminizm”, belli bir cinsiyet kimliğinin taşıyıcısı olan belli bir grubun iktidar arzusunun, linç örgütlenmesinin, kişilik özelliklerinden ve hayat tecrübesizliklerinden doğan zaaflarının muhafazası ve müdafaası taşıyıcılığı misyonu yüklenmektedir. Bunun nedeni ise çağın ruhunun talepleridir. İki kutuplu dünyada çağın ruhu sanatçıya daha adil bir düzen özleminin tatmin edilmesi noktasında sosyalizm gibi bir eşitlik prensibi sunuyordu. Bu prensip genel sanatçı eğiliminde karşılık görüyor, kabul ediliyor ve bu sanatçıların eserlerinde varoluşlarını ortaya koymayı başarıyordu. Oysa SSCB’nin yıkılması ile iki kutuplu dünyanın da sonuna geldik, bu son sosyalist dünya kurgusunun da yıkılışına zemin hazırladı. Bu yıkılışın karşısına yeni bir oluşumla çıkansa neoliberalizm oldu. Neoliberalizm sınıfsal çatışmanın yarattığı adaletsizliği sorgulayıp yaratısına konu edinen makbul olmayan sanatçı yerine kendi egemenliğindeki çağın ruhuna uygun olarak Batı’nın ekonomik faaliyetlerini baltalayabilecek düşünce hareketlerine moral güce engel olacak emek-ücret çelişkisinden uzak, sınıfsal çatışmaları öncüllemeyen, makbul bir sanatçı tipi yarattı. Bu tipin toplumsal meşruiyetini, verdiği ödüllerle ve elinde bulunan reklam endüstrisinin imkanları ile halka dikte ettirdi. Eski dönem şair ve edebiyatçılarını ise lirik söyleyişlerinin sivriltilerek sunulması sayesinde bu eserleri motor güçleri olan bağlamlarından koparıp makbul olmayan sanatçıları birer duygu fenomenleri haline getirdi. Neoliberalizm kendi kuramcıları ile eski döneme alternatif anlayışlar sundu. Bu sunuş farklı kamusal tanımalar olarak edebiyatta ve hayatta belirginleşir. Sözgelimi Nancy Fraser ünlü tezinde geleneksel sosyalizmin hedeflerini tanımlayan bir ekonomik yeniden bölüşüm hedefinin karşısında toplumsal cinsiyet, ırk ve cinsellik gibi farklılıklar etrafında örgütlenmiş kültürel bir tanıma siyasetini koyar. Feminizm, gey-lezbiyen aktivizmi ve ırksal, etnik azınlıkların kaderlerini tayin özlemleri kamusal tanımaya yönelik bu türden taleplerin en çok göze çarpan örnekleridir.[3] Şiire müdahale olarak ön plana çıkarılan bu ve benzeri tanımalar kendilerine taraftar bulma konusunda herhangi bir zorluk yaşamamışlardır. Üstelik bu tanımaları eski ülkü-değer olan “solculuk” başlığı altında toplayan bir kurgu inşa ettikleri vakit, eski dönemin sosyalistlerini savundukları ilkelerin tam tersi cephede mücadele etmelerini yaratan ters-yüzlülüğü sağlamışlardır. Neoliberalizmin fikirleri sosyalizmin tarihsel bir durağı olarak sunulduğu vakitten itibaren eski kuşaktan sanatçı devşirme konusunda bir zorluk yaşamamıştır. Neoliberalizmin kültürel ayağının kendi kurgusuna karşı olmamak kaydıyla her türlü talebi karşılama konusunda alternatif evreni vardır. Çünkü çağın ruhu, müşterisi olmayan ürünü pazara çıkarmamayı bir pazarlama ilkesi olarak benimsemiştir. Bozarak ehlileştirdiği düşünceleri kendi arasında bir çarpışmaya tabi tutmak da onun varoluşunun teminatlarından biri olacaktır. Bunu yapmak için de ahlaki altyapısı kuvvetli idealleri bozması gerekir. Etnik özgürlüğü bir baskı aracı olarak kullanarak ahlaki bağlamdan soyutlar. Sosyal adalet talebini, sosyal düzeni bozma tehdidi olarak algılatarak yaratıcısı olan ahlaki bağlamdan soyutlar. Bu yazının konusu olan feminizmi cinsiyet rollerindeki eşitlik olmaktan çıkarıp cinsiyet rollerindeki eşitsizliğin diğer taraf lehine değiştirilmesi olarak sunarak yaratıcısı olan ahlaki bağlamdan soyutlar. Bu soyutlamanın teorisini anlatmak bu yazının sınırları içerisinde ancak mümkün oldu. Pratiğini (metinde gösterimini) yapmak içinse daha geniş bir inceleme yapılması gerekir. Bu pratiği eleştiri hakkım bağlamında değerlendiriyor ve bu hakkı bir başka yazı için saklı tutuyorum.



[1] Attilâ İlhan, Yalnız Şövalye, Hazırlayan: Zeynep Ankara, Bilgi Yayınevi, 1.Basım, Ankara, 1996, Sayfa: 49

[2] Tahsin Yücel, Görünmez Adam Tahsin Yücel Kitabı, Söyleşi: Kaan Özkan, İş Bankası Yayınları, 1.Basım, İstanbul, 2001, Sayfa: 254-255

[3] Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar, “Tanıma”, Metis Yayınları, 4. Basım, İstanbul, 2019, Sayfa: 43


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 348 times, 1 visit(s) today

Close