Dünya genelinde sağ siyasetin yükselişi, akademik çevrelerin uzun yıllardır üzerinde durduğu bir konu. Lakin bu yükselişi sadece Arjantin ve Hollanda örnekleri üzerinden ele almak, durumu yanıltıcı bir biçimde basitleştirebilir. Geleneksel sağ-sol ayrımı ve ilerici-muhafazakar dikotomileri kullanmaktan kaçınmak, politik gerçekliği daha doğru bir şekilde anlamak için zaruridir. İçinde yaşadığımız, dünya genelinde merkez bankalarının dijital para yarışına girdiği bu süreç küresel bir değişimin habercisi olarak karşımıza çıkarken 21. yüzyılın devamında politik spektrum tekno-totalitarizmler ile e-demokrasiler arasında şekillenecek gibi görünmektedir.
Geleceğin politik sahnesinde belirgin olabilecek bu iki kutuptan biri, bireylerin dijital ortamda sıkı bir denetim altında tutulduğu bir modeli ifade ederken diğeri, bireylerin dijital ortamda daha fazla katılım ve özgürlük ile yönetildiği bir modeli temsil edecektir. Türkiye’de gerek iktidar tabanı gerekse muhalif tabanda baskın olan devletçilik anlayışı ise merkeziyetçi geleneğini tekno-totalitarizme miras bırakacak yaşlanmış bir baba olarak tahayyül edilebilir.
Türkiye’de liberal hareketlerin bugüne kadar başarıya ulaşamamış olmasının köklü nedenleri olduğuna şüphe yoktur. Avrupa’nın merkantilist sisteminde tüccar sınıfı dış ticaret yoluyla zenginleşirken devletle iş birliği yaparak ihracatı arttırmaya yönelik politikalara destek vermişken ekonomisi büyük ölçüde zirai üretim ve toprak üzerine dayalı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda tüccar ve devlet yönetimi arasında Avrupa’daki gibi bir sinerjinin olmaması, Osmanlı’da Avrupa’daki gibi bir ticaret burjuvazisinin oluşmasını engellemiştir. Prof. Dr. Şevket Pamuk’un belirttiği gibi, Osmanlı’da iktisadi alanda yapılmış yenilikler bile aslında mevcut rejimin sürdürülmesini amaçladığından bu düzenden kapitalizm çıkmamıştır.
Ülkelerin iktisadi yapıları ve sosyolojileri, dış faktörler olmadıkça birbirini yeniden yaratan bir pozitif geri bildirim mekanizması içindedir. Şayet Osmanlı farklı bir iktisadi sisteme dayansaydı, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde en etkin kabul edeceğimiz yerli düşünürlerden biri belki Durkheimcı Ziya Gökalp değil, Le Play geleneğinin tesiri altında kalmış Prens Sabahattin olacaktı. Gelgelelim, Türk milletinin 21. yüzyılda da ana akım siyasi kutuplarında muhafazakar ve kolektivist gelenekleri öne çıkarmayı sürdürdüğü söylenebilir. Erdoğan son seçimlerden önce Teknofest’in tarihini öne alarak savunma sanayisi vurgulu bir propaganda yürütmüştü. Kendisini Kemalist olarak tanımlayan kitlenin içinde de bu propagandanın büyüsüne kapılanların ve “Devlet ayrı hükümet ayrı.” düşüncesinin etkisi ile hareket edenlerin olduğunu dile getirmemizde beis yoktur.
Türkiye’de iktidar, sınırlarını kendisinin belirlediği Türk-İslam sentezini merkeze alan söylemleri ile aynı zamanda devletin meşru kabul edeceği muhalefetin de sınırlarını belirleyecek gücü böylelikle kendisinde bulabilmiştir. Öyle ki, artık Kürtçe şarkı söyleyen bir sanatçı ile fotoğrafınızın olması bile sadece iktidarın tabanı tarafından değil, muhalif taban tarafından da terörist ilan edilmeniz için yeterli hale gelmiştir.
Liberal akımların Türkiye’nin muhalif tabanında güçlenmesi böyle bir dönemde hayati olsa da hem Osmanlı’nın iktisadi sistemine kadar dayanan köklü nedenlerden hem de dünyadaki mülteci yükünün Türkiye’nin aleyhine olmak üzere adil paylaşılmamasından ötürü oldukça zor bir olasılık haline gelmiştir.
Bugün Türkiye’de iktisadi ve sosyal özgürlükleri bir arada müdafaa edebilen tutarlı bir liberal anlayıştan söz etmek oldukça güçtür. Sosyal özgürlüklerde görece cömert davranabilen sol, iktisadi politikalarda serbestiye mesafeli olup buna ters bir duruş sergileyenleri liberal sözcüğünü bir hakaret gibi kullanarak şeytanlaştırırken AKP eleştirisi yapabilen ve kendisini liberal olarak tanımlayan muhafazakar kesim, eleştirilerini yalnızca AKP’nin piyasa dinamiklerini bozan entervansiyonist politikalarına yöneltmek ile sınırlamaktadır.
Türkiye’de bütünsel olarak liberal olmaktan oldukça uzak geleneksel sağ ve sol akımlardaki bu çifte standart, bugüne kadar kör topal da olsa sürdürülebilmiştir. Geleceğin sosyopolitik yol ayrımında ise Türkiye’yi bambaşka bir tehlike beklemektedir: Tekno-totalitarizm. Dünya genelinde geliştirilmekte olan merkez bankası dijital para birimlerinin hayata geçişi ile beraber sosyal ve iktisadi hürriyetler arasına çekilmiş bu geleneksel set de yavaş yavaş çöküşe geçecektir.
21. yüzyılın ikinci yarısında, devletlerin dijitalize edeceği kontrol aygıtlarıyla gözetime alınan ekonomik aktivitelerin aynı zamanda Çin’deki sosyal kredi sistemine benzer uygulamalarla sosyal aktivitelere müdahaleyi beraberinde getirmesi muhtemeldir. Türkiye’nin devletçi damardan vazgeçemeyen geleneksel sağ ve sol anlayışının ise gelecekte kendisini bekleyen bu sınavı başarı ile vermesi mümkün görünmemektir.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.