Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin getirdiği ittifak düzeni, siyaseti aynılaştırırken çift kutuplu bir modelde siyasi partileri de kendi kimliklerinde kalamadıkları bir savrulmaya itti. Bu savrulma, mutlak kazanç için her şeyin mubah kabul edildiği, kimliksiz ve maddi ya da siyasi ranta dayanan bir siyasi bağlamla birlikte partilerin öz yapılarını da aşındırdı. Böylece özellikle parti tabanları düzeyinde, asla kabul edilemeyecek hassasiyetlerin flulaştığı, yerine yalnızca kazanmaya odaklı bir yarış ortamının oluşturulduğu, partilerin yerel yöneticilerinden başlayarak genel merkez düzeyine kadar sirayet eden yeni bir düzen ortaya çıktı. Bu düzende, özellikle 2019 Yerel Seçimleri’nin de etkisiyle, kasıtlı veya kasıtsız, yerel yönetimlerin siyasi partileri ciddi ölçüde etkilediği bir kaynaşma yaşandı. Bu kaynaşmanın muhalefet açısından bir ilk olduğu muhakkak. Bu durumun yarattığı sorunları da göz önünde bulundurarak, partilerin yeniden kendi özlerine döndüğü ve ittifak kimliği yerine kendi kimliklerini ön plana çıkardıkları yeni bir siyasi düzen önerisi de kaçınılmazdı. Bu açıdan, “Hür ve Müstakil” olma halinin yalnızca bir ittifak tercihi değil yeni bir siyasi düzen önerisi olduğunu da ifade etmek gerekiyor.
Yeni bir Merkez’e doğru…
Türk siyasetinin genel sorunlarından biri, sloganın ve hamasetin kitle düzeyinde etkili olsa da bir süre sonra cazibesini yitirmesi ve etkisiz hale gelmesidir. Farklı yönleriyle geliştirilemeyen ve program haline getirilmeyen söylemlerin de bu bağlamda kitleyi bilinçli bir kimliğe dönüştürme ihtimali bulunmuyor. Bu açıdan hem “Hür ve Müstakil” hem de “Üçüncü Yol” söylemini rasyonel ve çağa uygun bir çerçeveye yerleştirmek ve ekonomiden kültürel hayata kadar yeni bir paradigma iddiasını ortaya koymak da önem kazanıyor. Dünyadaki gelişmeler de bu açıdan yeni bir dönemin işaretini veriyor. Nitekim Arjantin’in ardından Hollanda’da da “aşırı sağ” iktidara geldi. Sonucun aşırılaşmasının sebebi, merkezde üretilen politikaların sokakta yaşanan problemleri gündeme almasındaki ve çözüm üretme konusunda yetersizliği olarak nitelendirilebilir. Bu yetersizliğin ortadan kaldırılması ile küreselleşen aşırı sağın yerine merkezde bir sağ akım inşa edilmesi kuvvetle muhtemel görünüyor.
Görünen o ki ortak sorunlar tespit edileceğine, hala “sağcılığın” kötülendiği bir konsensüs siyaseti anlayışıyla, yani sol liberal paradigmayla varılmak istenen nokta bir sonuç getirmiyor. Dünyanın bugün içinde bulunduğu ve bütün toplumları etkileyen sorunlar karşısında, bugün “aşırı” bulunan söylemlerin ve politikaların ilerleyen yıllarda siyasetin “merkez” tanımını yıkıcı bir şekilde değiştireceği ve aşırılığın, solun, sağın ya da yeni merkezin de buna göre yeniden tanımlanma riskinin bulunduğu bir sürecin içindeyiz. Biz de aslında gençler açısından çoğu tedavülden kalkmış bu kavramları kendi içimizde yeniden tanımlamak zorundayız. Bu süreçte, özellikle dünyadaki gelişmeler paralelinde de konumumuzu “merkezi kuvvetlendirmek” çerçevesinde oluşturmalı ve rasyonel bir zemini sağlamalıyız. Nitekim rasyonel, yenilikçi ve geleneksel birikimimizi evrensel değerlerle uyumlu hale getirecek bir paradigmayı da bizzat kendimiz oluşturmalıyız. İYİ Parti’nin merkezdeki bu konumu, bu açıdan hayati bir durum olarak değerlendirilmeli.
Esas olarak bu süreç, özellikle kendini “muhalif” olarak tanımlayan çevrelerce anlaşılmıyor, anlamazlıktan geliniyor ve geleceği önemsemeksizin, yalnızca seçime dayalı “artı bir” tartışmaları yaşanıyor. Bütün dünyada her alanda güvenlik temelli siyaset yükselirken içi boş ittifak tartışmalarında daha fazla boğuluyoruz. Türkiye’nin geleceğinde, mevcut iktidarın yarattığı toplumsal ve siyasi değişime karşı güçlü bir alternatif olabilecek İYİ Parti gibi bir hareket mutlak bir ihtiyaç; bu ihtiyacın önüne geçemezsiniz. Mevcut iktidar, bu zamana kadarki bütün stratejisini; ana muhalefeti tarihsel hatlardan vururken alternatifi olabilecek hareketleri de çeşitli yollarla bastırmak ya da yutmak üzerine kurmuştu. İYİ Parti’nin direnişi bu baskıya ve aynı zamanda bu süreci anlamayan ya da reddeden diğer baskı unsurlarına da karşı. Meselenin yerel yönetimlerden büyük bir bağlamının olduğu anlaşılmalı.
Nasıl bir kimlik, nasıl bir düzen?
İYİ Parti’nin;
- Türkiye’de her an seçime hazır olabilen,
- Kendi kimliğini kendi olduğu gibi yansıtırken dijitalleşmenin imkanlarını sonuna kadar kullanabilen,
- Kangren haline gelen Siyasi Partiler Kanunu’nu güçlü ve nitelikli bir şekilde tartışan,
- Yenilikçi ve kalıcı-kurumsal bir vizyonun temsilcisi olan konumu bütün bu şartlarda çok daha önemli bir hale geldi.
Bu açıdan çerçeveyi, özellikle son siyasi kompozisyonda birbirinden koparılan devletin ve milletin yeniden uyumuna ve birlikte güçlendirilmesine dayanarak oluşturmak iyi bir başlangıç noktası olarak duruyor. Güçlü milletin; hak ve özgürlüklere, eşitliğe, adil ve dengeli gelir dağılımına önem veren, konuşma cesaretini kendinde bulan ve fikrini serbestçe ifade edebilen yapısı önem taşıyor. Ancak kendi öz değerlerini itinayla muhafaza eden ve evrensel değerleri kendi kültürel kodları üzerinden içselleştiren bir düzlem üzerinde millet bilincinin geliştirilmesi, huzur ve refah için de gerçekçi bir dayanak noktası olarak belirtilebilir.
Güçlü devletin; kanun ve yasaların tam olarak uygulandığı, sanayisi güçlü, yenilikçi, denetlenebilir, şeffaf, itibarını anayasasına ve kanunlara tam olarak riayetinden alan, binlerce yıllık büyük medeniyetinin getirdiği sorumluluğun farkında olan bir teşkilatlanma şeklinde yapılandırılması gerekiyor. Fakat bütün bu genel hedefler açısından en önemlisi, bu iki yapı arasındaki uyumun tam olarak sağlanması ve her ikisini de canlı kabul ettiğimiz devlet ve millet hayatının bireylerce kanıksanması olmalı. Zira devletin güçlü, toplumun zayıf olduğu bir yapının otokrasi; devletin zayıf, toplumun güçlü olduğu bir yapının kaosla sonuçlanması da kaçınılmaz.
Yeni siyasi düzen, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilen ve hatta bilgi toplumunu da aşan bu süreçte, bugün “aşırı” olarak kabul edilen gelişmelerin yakın zamanda normale dönüştüğü bir döneme işaret ediyor. Bu dönem elbette ki çok riskli; zira aşırılıkların hüküm sürdüğü bir siyaset düzeninin sağlıklı sonuçlar doğurmayacağı aşikar. Bu noktada bilgi ve teknoloji çağını yakalayan, bireysel hak ve özgürlükleri temel alan, hukukun üstünlüğünün tam tesis edildiği, demokratik katılımcılığın var edildiği bir yapıyı tesis edebilmenin zarureti de önümüzde duruyor. Dijitalleşmenin demokrasilere ve siyaset düzenine uyumlu hale getirildiği, hatta katılımcılığın dijitalleşme ile sağlandığı, anti-siyaset psikolojisine karşı insanların yeniden, şeffaf ve idealleri önceleyen bir siyaset anlayışına fırsat vereceği bir ortamı sağlamak da biz siyasilere düşüyor.
Tüm bunları yaparken, bu zorlu coğrafyada, devleti zaafa uğratmamanın yolu Atatürk’ün Türk milliyetçiliği anlayışını esas almaktan geçiyor. Bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağ, parayla satın alınan değil, binlerce yıllık birlikteliğimizle oluşturduğumuz vatandaşlık ve millet bilincimizdir. Bütün dünyayı etkileyen göç sorununun, Türkiye özelinde milletin varlığını ve tanımını tehlikeye atan bir varoluş problemine dönüşmesine karşı oluşturulacak direnç mekanizması da bu bilinci aşılamak olacaktır. Türk Milleti’nin binlerce yıllık birikimi ve yaşamı, örfü, gelenekleri, değerleri ve sembolleri, her türlü tehdide karşı yine en çok da Türk Milleti’nin ve Türk Devleti’nin sahip çıkmasıyla korunacaktır. Hür ve Müstakil rotamız, bu açıdan sadece bir seçim ittifakı tercihi değil kendi kimliğini ifade etmeye engel olan ve siyaseti yalnızca mutlak çıkara odaklayan bir siyaset düzenine karşı yeni bir alternatif arayışıdır. Ancak bunu yaparken yalnızca slogan düzeyinde romantik bir “Üçüncü Yol” söylemini değil her açıdan geliştirilmesi gereken yeni bir anlayışı sunmayı ve toplumu buna ikna etmeyi de bizlere düşen bir vazife olarak kabul etmeliyiz.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.