Bir Obama Hayali Olarak Kılıçdaroğlu
İlk yazıda, Kılıçdaroğlu’nun 38. kurultay konuşmasında ifade ettiği “sırtımda hançerlerle seçime girdim” sözlerinden hareketle, asıl CHP’ye saplanmış hançerleri konuşmak gerektiğinden dem vurmuştum. Tespit ettiğim birinci hançeri, partiyi ve onunla kazanılmış makamları elde tutma hastalığı yani CHP’yi bu çıkmaz yola sokan, onu zehirleyen ve yabancılaştıran hizipçi mantığın arka planı olarak tarif etmiştim. Bu yazının konusu olan ikinci hançerin ise Kılıçdaroğlu CHP’sinin benimsediği kimliksizleşme siyasetinde yattığını anlatmaya çalışacağım.
Bu siyasetin kızılelması ise CHP Genel Başkanı Dersimli Kemal’in cumhurbaşkanı olmasının, sadece 21 yıllık AKP ve Erdoğan iktidarının değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in tüm muarızlarının ve heterodoksilerinin makus talihinin yenilebileceğine dair inançtı. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu aynı zamanda bir Obama çıkartma hayali idi. Bu hayalin gerçekleşmesi için de CHP’nin yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu. Halihazırda alınmış mesafe buna yetmeyeceği için partiye yeni bir kimlik vermek yerine partinin kimliksizleştirilmesi tercih edildi. Bu meseleye kafa yormak için de yine birtakım hatırlatmalara ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.
Bugün Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı kaybettiği ortamı biliyoruz. Genel seçim yenilgisi, Anayasa Mahkemesi tartışmaları, muhalefetin dağınık ve kavgalı görüntüsü… Peki, 13 sene önce nasıl bir ortamda genel başkanlık koltuğuna oturmuştu? 2009 Yerel Seçimleri’ne giderken yanında taşıdığı lacivert klasörlerle CHP Meclis Grup Başkan Vekili sıfatıyla çıktığı TV kanallarında, başta dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e dönük yolsuzluk suçlamalarıyla meşhur olan Kılıçdaroğlu; bu süreçte iktidar tarafından Dosyacı Kemal, taraftarlarınca da Gandi Kemal olarak anılmaktaydı. 2009 Yerel Seçimleri’nde İstanbul’da Kadir Topbaş’a kaybettikten sonra, ismi geleceğin CHP genel başkanı olarak dolaşmaya başladı. Ancak süreç bu olayla sınırlı değildi. Baykal’ın istifasını da kapsayan 2008-2010 aralığında Türkiye’de çok önemli gelişmeler olmaktaydı.
Çoğunlukla Taraf gazetesinin manşetlerinden medya süreci götürülen Ergenekon davası devam ediyor, gözaltı ve tutuklama dalgaları yaşanıyordu. Sonradan öğrendiğimiz olay kronolojisine göre bu arada muhtemeldir ki Oslo Görüşmeleri tazeydi. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay ise çözüm sürecini[1] 2009 yazındaki bir konuşmasıyla fiilen başlatacaktı. Bir gelişme daha vardı ki bugün yürütülen Anayasa Mahkemesi tartışmaları açısından da aydınlatıcıdır. Türkiye entelijansiyasının etkili bir kesimi olan ve şimdilerde ağırlıkla sol-liberal olarak anılan çevrelerin “Yetmez ama Evet” sloganıyla hatırlanan Anayasa Reformu tartışmaları da o günlerin sıcak konularındandır.[2] CHP ve MHP’nin HAYIR dediği, BDP’nin boykot ettiği referandumu, AKP’nin EVET bloku kazanacaktır. Böylece Kılıçdaroğlu genel başkanlık koltuğuna oturduktan yaklaşık 4 ay sonra ilk yenilgisini almış olacaktır. Kısaca, kişisel bir yerel seçim ve kurumsal bir referandum yenilgisi arasına tekabül eder Bay Kemal’in partisindeki ilk iktidarı dönemi.[3]
Kimsesizlerin Kimsesi olarak Halkçılık
Kılıçdaroğlu’nun 38. kurultay konuşmasına müracaat etmenin zamanı geldi: “Seçim bitti, kazanamadık. Daha nefes almadan değişim söylemleri başladı. Değişim söylemini dillendirenler, uzun süredir değişmeyenlerdi. Ama seçimden sonra ilk işim onları değiştirmek oldu! (…) İlk değişimi ne zaman söyledim? 2019 (…). 2020, 2021, 2022, 2023” dedi. Buraya dikkat! Manşeti burada veriyor aslıda. 1992 CHP’sinin kurucu genel başkanı[4] Baykal’ın malum kaset skandalı sonrası, 10 Mayıs 2010’da istifa etmesinin ardından 22-23 Mayıs’ta yapılan 33. Kurultay’da (müstafi Baykal’ın katılmadığı) tek adaylı genel başkan seçimini kazanan Kılıçdaroğlu, 2010’dan 2019’a kadar bir değişim gerçekleştirmediğini, bunu ancak genel başkanlığının ancak dokuzuncu yılında başlattığını söylüyor. Niyet okumuyorum, Kılıçdaroğlu söylüyor. Devamı ise şöyle:
“Evet, en büyük değişimi yaşayan parti CHP’dir. Örnek; ne diyorlardı? Her salı konuşmaya çıkıyorlardı, değil mi? Bu ‘Cehape’ var ya bu ‘Cehape’… Sivas’ın ötesine gidemiyordu… Gidemiyorduk! Rozet takamıyorduk! (…) illerine, ilçelerine giremiyorduk. Peki, bugün? Oralardan milletvekili çıkardık! Hangi değişimden söz ediyorsunuz? Girilemeyen evlere girdik! (…) Girilemeyen illere ve ilçelere girdik. (…) Asla yan yana gelemezler dedikleri insanlarla yan yana geldik, asla kucaklaşamazlar dediği insanlarla kucaklaştık. Çünkü dilimizi değiştirmek zorundaydık”.
Erdoğan’ın “bunlar…!” diye başlayan hitaplarında tekrarladığı, CHP’nin Türkiye partisi olmadığına, belli bölgelere hapsolduğuna dair ithamlarına sözü getiriyor, dahası, onları teyit ediyor Kılıçdaroğlu. Halbuki, Erdoğan’ın alışıldık imalarının arkasında yatan mesele bambaşka. O, bir “öteki” olarak CHP kimliğinden dem vuruyor. Öteki, güçsüz, azınlık, kıyıda ve kenarda. Fakat Bay Kemal, aslında anlatmak istediği şeyi, CHP’nin iki geçmişine de ihanet ettiği ithamlarına gelmeden, ön almak amacıyla dile getiriyor. Bir yandan Kemalist geçmişini reddedip liberal-sol çokkültürcülük hevesine kapıldığı hasebiyle yapılan eleştirileri; diğer yandan da sağ partilerle yaptığı iş birliğinin artık suyunun çıktığı ve CHP’lilerin oylarıyla CHP karşıtlarını önce partiye sonra da ittifak aracılığıyla Meclis’e doldurduğu gibi ithamları ürkek bir savunma içinde gerekçelendiriyor aslında. Ama vahamet, “çünkü” ile başlayan son cümlede. Sebep sonuç ilişkisi kurulan yer, “patetik” sıfatını hak ediyor; hem mantık hem de anlam bakımından. Acaba “dil değiştirme zorunluluğu” Erdoğan’ın tahkirlerinden mi hasıl oldu? Yoksa girilemeyen illerde rozet takılamadığından mı? Yahut önce kucaklaşıldı, sonra bakıldı ki bir zorunluluk oluştu, dili değiştirelim mi dendi? Pek anlamadım ancak bir terslik hissediyorum. Acaba öncelik ve sonralık ilişkisindeki tezat, 2018 Seçimleri’nde % 22 oy ile 146 vekil; 2023 Seçimleri’nde ise % 25 oyla 130 vekil çıkartılmasında mı aranmalı? Vekil ve temsil! İkincil önemde olduğu görülüyor ancak mesele gerçekten sayılar değil.
Tesadüf değil ki devamında Kundera’dan olduğunu söylediği bir alıntıya başvurdu. Ben alıntının orijinal kaynağını bulamadım. Meraklıları biliyorlardır belki ama Google’a ilk cümlesi yazıldığında, 2019 Yerel Seçimleri’nde CHP örgütüne dağıtılan “Radikal Sevgi” kitapçığında aynı satırlar mevcut. “Vurduğun yer insanın kimliği haline gelir. İnsanların değerlerine, inançlarına, düşüncelerine, ön yargıyla vurgu yapılır ve alay edilirse, o özellik bir süre sonra o insanın kimliğine dönüşüyor. Asıl tehlike budur. Ve biz, bu tehlikenin farkında olarak, hiç kimsenin kimliğine, inancına ve yaşam tarzına müdahale etmedik” dedi. Nasıl müdahale edecektiniz, sorusunu sorabiliriz. Aldığımız yanıt, niye müdahale edelim ki, olabilir. Başka bir noktadan ise “daha nasıl müdahale edecektiniz?” çıkışı gelebilir. Ancak gerçek olan, tâbi olanın, hakim olan karşısında bir müdahalede bulunamayacağıdır. Bu sorunun cevabını, yazının devamında CHP mirası meselesinde arayacağız. Şimdilik mesele kimliksizleşmek. Kimlik siyasetini reddetme iddiasındayken hem de. Sorun, Kılıçdaroğlu’nun kimlik algısı ile genel parti siyasetini ve kimliğini kendisine teğellediği noktada. Ki adaylık macerasının özeti de burada sanıyorum.
“Her şeye muhalefet ediyorsunuz diyorlardı ama öyle bir değiştik ki Türkiye’nin en temel sorunlarına çözüm üreten bir parti olduk, AKP ve MHP bunu kopyalamak zorunda kaldı. Akılcı çözüm üreten tek partiyiz”. Burada, sağcılık yapmıyoruz bilakis, solcuyuz demek isterken de AKP ve MHP, bize benzedi diyor. Neyse ki konuşmanın çözüm kısmına yaklaşıyoruz: “Efendim CHP sağa kaydı. Bunlar sağın da solun da ne olduğunu bilmiyorlar. CHP, halkın partisidir. 6 okumuzdan biri halkçılıktır. Avrupa’nın en güçlü sosyal demokrat partisi CHP’dir. (…) sosyalist enternasyonalin en saygın üyesidir” dedi. Yorucu olduğunun farkındayım. Ancak bunları bir arada tutmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. Okuduğunuz satırlar, sadece Kılıçdaroğlu’nun değil, 2023 Seçimleri’ne giren ana muhalefet partisi CHP’nin dile gelmesidir.
Kılıçdaroğlu, kurucu değerlerden de soldan da uzaklaşılıyor eleştirisine cevap olarak, bunları sentezlediğini anlatacaktı. Sentezi yaparken de 6 Ok içerisinden, günümüzde en çok anlamı değiştirilmeye müsait olanı seçecekti. Bu ilke, zamanında Ecevit’in sınıf çıkarları ve çatışması anlamını yüklediği Halkçılıktı. O yüzden de (etnik veya mezhepsel) kimlik siyaseti yapmadıklarını belirtti. Yürüttükleri siyasetin (ki 2019 Yerel Seçimi ve sonrasında da birkaç kez değinmişti) sosyal kimlik siyaseti olduğunu; asıl büyük değişimin de burada yattığını söyledi: “Her önüne gelene muhalefeti terk ettik (…). Biz, muhalefet politikamızı da değiştirdik. Sosyal kimlikler üzerinden politika üretmeye başladık. Bazı arkadaşlarımızın sosyal kimliklerden belki hiç haberleri bile yok. Taksici, apartman görevlileri, çiftçiler, sanayiciler, muhtarlar bir sosyal kimliktir. Değiştirdik politikamızı. Her bir sosyal kimliğin sorunlarını masaya yatırıp her bir sosyal kimliğin sorunlarını akılcı politikalarla çözmek için seferber olduk. Bizim, ‘sağa kaydığımızı’ söyleyenlere sormak isterim, çöpten kağıt toplayanların yanına kim gitti? Onların hakkını hukukunu kim savundu? Onların ellerinden alınan arabalarını onlara kim verdi? Bu kardeşiniz yaptı”. Böylece kimliksizliği tanımlarken, bu kimliksizliğin melezliğini anlatmış oldu. Fakat İskandinav menşeli bir yeşiller partisi değildi koltuğunda oturduğu tüzel kişilik.
Sözlerinin bu kısmını bitirirken de son bir meşruiyet ispatı yapmak adına, Mustafa Kemal’e bağladı meseleyi. “Bu politikayı öngörmemizin bir sebebi var. Mustafa Kemal’in sözlerinden hareket ettik: kimsesizlerin kimi olduk” dedi. Ancak olan biten, kimliksizleştirilen bir parti gerçeği içerisinde, hiç kimsenin kimsesi olamamaktı. Çünkü kendini bir şekilde kimsesiz görenlere sunulan seçenek, hep birlikte kimliksizleşerek kimsesiz kalmamaktı. Haliyle, CHP’nin tüm kimlikleri, birer sosyal kimlik olarak tarif ettiği ekonomizm soslu bu ürkekçe açılım yahut “(yeniden) imtiyazsız, sınıfsız birleşmiş bir kitle olalım” çağrısı, halen kimlikler çağını yaşayan toplum tarafından satın alınmadı.
Tek ok, Tek gömlek, Tek aday
Burada kökeni 70’li yıllara kadar giden sosyal kimlik yaklaşımını akademik olarak tartışmayacağım. Derdim sosyal kimlik yaklaşımı değil. Bunun parti politikası olarak makro ölçekteki uygulanma biçimine ve imkanlarına ilişkin. Bu hususun, CHP’nin geçmişini ve geleceğini aynı anda yaralayan zihin bulanıklığından mülhem bir hançer olduğunu tespit etmeye çalışacağım. Yazının girişinde de söylediğim kimliksizleşme, melez bir merkez siyaseti inşası olarak buraya tekabül ediyor. 2019 Yerel Seçimleri kampanyasının temel yaklaşımlarından ve dahası, yerel ölçekte de başarıya ulaşmış, negatif özgürlük anlayışını önceleyen bir iletişim dili olarak bahsedebiliriz. Ancak ekonomi odaklı kavranmış bu mikro kimlik yaklaşımının genel siyasette çalışmamasının sebeplerine başka bir noktadan bakmak gerekiyor. Birkaç yaylı ve ona uygun bestelerin çalındığı küçük bir oda konserinin performans başarısı; büyük orkestrada aynı başarıyı niye yakalayamadı? Basitçe oda orkestrası ile senfoni orkestrası arasındaki farkın göz ardı edildiğini söyleyerek başlayalım.
Türkiye muhalefetinin, değiştirme becerisini gösteremediği için çok uzun zamandır değişmeyen iktidar, geçen 21 yıllık sürede de doğal olarak devlet imkanlarını kullanabilme yetkinliğini en üst noktaya taşımıştı. Bu imkanları da elbette kendi pozisyonunu tahkim etmek adına fazlasıyla esnetebilme yeteneği kazanmıştı. Dahası, çoktan önemli bir parçası haline geldiği Türkiye siyasal hayatını, onun periyodik bir parçası olmaktan öte, onu başka bir tarihyazımı sürecine sokacak aşamaya vardığının sinyallerini de vermekteydi. Erdoğan’ın, uzun iktidar döneminden sonra vardığı yeni pozisyonundaki seçmen konsolidasyonu, kendisi siyasi mirasıyla çelişmeyecek miktarda Gazi sıfatlı bir Mustafa Kemal imgesini, gündelik hayatta dinî vurgusu yüksek bir yaşam örüntüsünü ve din ile devletine bağlılığı kriterleri, içinde Kürt varlığını kapsıyordu. Milliyetçilik, MHP’nin iktidar içi ve yakını kitleler nezdindeki üst denetleyici, onaylayıcı makamı ile yeniden yorumlanabiliyor; Türklük, devletin yüksek çıkarlarını işaret eden ve tarihsel olarak genişletilebilir bir proje olarak sunuluyordu. Başta savunma sanayisi olmak üzere teknoloji yatırımlarına ve somut ürünlerine yapılan vurgu ise “Dava”nın ilerlemeci boyutunu sergiliyordu.
Temel geçim ve sosyal güvenlik kaygısına dair hak talepleri ise belirli partilerin, sendikaların, vakıf veya dernek ağlarının dışına taşılmadığı sürece karşılanmakta ya da kısa erimli vaatlerle ertelenebilmekteydi. İktidar, başta yakın çevresindekiler için, eğer maddi imkanları da müsaitse, seküler yaşam arzularının gözden uzakta sürdürülmesiyle ilgilenmiyor; kadın konusunu ise başörtüsü, ailenin kutsallığı gibi vurgularla, sayısal çoğunluğa sahip değer setleri içinden kavrıyordu. En önemli fark ise şuydu; Erdoğan artık devlet adına, devlet iktidarını kendinde taşıyarak konuşabiliyordu. Eski iktidar dönemlerden farkı, bu konuşmaların nüfusun önemli bir kesimi açısından aynı zamanda interaktif görünebilmesiydi. Tüm bunları da 1994’ten bugüne, ister bizzat kendisinin yarıştığı isterse de partisinin yarıştığı yaklaşık 30 yılda 16 seçim kazanarak elde etmişti.
Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanı adaylığı macerasına kendini kaptırdığında 2009’da kaybettiği İstanbul büyükşehir belediye başkan adaylığı hariç tutulsa ve 2019 yılında Ankara ve İstanbul alınabildiği için zafer kazandığını saysak bile 13 yıllık genel başkanlığında referandumlar dahil en az 8 seçim kaybettiğinin üzerinde çok durmuyordu. Çıkacağı yolu, “2017’deki Adalet Yürüyüşü’nden ne kadar zor olabilir ki” şeklinde algılamış olabilir. Atladığı şeyse, ortalama insan karşısında taşıdığı hem kurumsal hem de bireysel bagajlarının, sırtına saplandığını söylediği hançerlere göre çok daha ağırlık yapması gerçeği idi. Bu ağırlıklar da Bay Kemal’le yol yürünmesini sadece yanındakiler için değil, bizzat onun için daha başından çok zor hale getirecekti. Bu ağırlıklardan kurumsal olan, CHP’nin devletin ve onun kurucu önderinin partisi olma sıfatını, bir yandan da demokratikleşmenin öncüsü olma iddiasını aynı anda taşıma arzusundan doğan karmaşık mitolojisinde yatmaktadır. Türkiye’de gözlemlenebilecek en katı muhafazakar anlayışlarca yarışan bu sembolizm, Atatürk ile “tek parti dönemi/millî şeflik” hususlarını söylemde ayırmaya çalışsa da CHP muhalifi seçmenin İnönü personası içinden negatif çağrışımları seçip aldığı kırılgan bir görünümdü. Türkiye ortalamasındaki Atatürkçülük yahut Atatürk’e asgari de olsa duyulan saygı ve sevginin arka planında, Millî Mücadele dönemi ile Türkiye’yi kurtaran Gazi imajlarının ağırlığı hasebiyle, geri kalan devrimlere dair duygusal hasarın göz ardı edebildiği bir rıza yatmaktaydı. Yani son 20 yıl düşünüldüğünde CHP kimliğinin yaşadığı olası mağduriyet, ancak bir diyet olarak görülebilirdi. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’na giydirilmeye çalışılan tarihsel mağdur ama devlete sadık emektar gömleği, Ecevit’in mavi gömleğiyle şapkasının uyumu yanında yapay durmaktaydı.
“İllerine, ilçelerine girilemeyen, rozet takılamayan” kitlelerin gözünde CHP kimliğinin, onun lideriyle kurulan bağı söz konusu olduğunda, Gazi Mustafa Kemal’in sahip olduğu krediye de sıfata da İnönü hiçbir zaman sahip olamadı. Çünkü Mustafa Kemal hiçbir zaman CHP genel başkanı sıfatıyla anılmadı. Lozan ve Batı Cephesi kahramanı olsa da İsmet Paşa’nın, karneyle ekmek dağıtan, Müslümanları da solcuları da milliyetçileri de aynı dönem içinde baskılayan icraat listesine, 1946 Seçimleri’nin mahiyeti de 27 Mayıs’ın yükleniciliği de dahildi. Diğer yandan, hükümette kaldığı -ve hiçbir zaman da tek başına olmadığı- dönemin kısalığı göz önüne alındığında kısmen haksızlık da olsa, Ecevit’e atfedilen karaborsaya bağlı şeker, yağ, gaz ve benzin kuyrukları CHP muhaliflerinin “unutmayınız listesinde” her zaman yer buldu.
Partiyi eski Millî Şef’in elinden alan, hem birçok sosyal tabakanın hem de sendikaların ve farklı kimlik gruplarının desteğini kazanarak Kıbrıs Kahramanı madalyasını taşıyabilen Karaoğlan imajı dahi nicel çoğunluk gözünde bunu silmeye yetmemişti. Çünkü bu defa da CHP’nin tek parti geçmişine bir de “solcu” sıfatı eklemiş oldu. Diğer yandan, Ecevit’in sadece 8 yıl CHP genel başkanı olduğu düşünülürse Kılıçdaroğlu’nun 13 yıllık genel başkanlık macerasının boyutu daha iyi anlaşılabilecektir. İşin öteki tarafında, bugünkü CHP, Deniz Baykal’dan beri bitmek bilmeyen bir yenileşme/yenilenme ile farklılıkların, başkalıkların ve ötekiliklerin partisi olmak adına sürekli bir söylem arayışından çıkamadı. “Ne o ne bu; hem o hem de bu” olmak adına etnik, sınıfsal, kültürel kimliklere 1992 yılından beri bir şekilde dokunma girişimlerinde bulunuldu. Ancak 28 Şubat, 367 Meselesi ve Ergenekon davalarında dönemin TSK’sı ve yüksek yargısı ile çizilen birliktelik görüntüsü, değişimlere galebe çaldı. Neticede CHP açısından bir türlü çıkartıldığı kanıtlanamayan “Millî Şef Gömleği” ile “Solculuk” onu seçmen nezdinde muteberleştirmek yerine, gaza ve frene aynı anda bastıran bir patinaja mahkum etmeyi sürdürdü.
Açılım Arayışları ve Miras Yükleri Arasında CHP
Sonu gelmez açılım arayışlarıyla eşgüdümlü olarak mirasa sürekli müracaat etmeye olan düşkünlüğüne yüklediğim olumsuzluk, 1921’den başlayıp ağırlıkla İnönülü tek parti dönemi icraatlarının kurucu rejimin doğal muarızlarındaki algılanma biçimine dairdir. Lakin bu varsayım, söz konusu kesimlerin geçmişte ya da şimdide Cumhuriyet fikrinin “ontolojik” karşıtları olduğu anlamına gelmez. Ek olarak bu kitlelerin Türkiye’de uzun onyıllar boyunca, en çok da 90’lardan itibaren moda olmuş “rejim karşıtı” oldukları tartışmalarına da denk düşmez. Çünkü bir zamanlar dillerden ve manşetlerden düşmeyen Türkiye’deki rejim tartışmalarının, daha ziyade rejimin sahipleri tartışması olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar diyorum, çünkü Erdoğan iktidarı artık bugün hem soyut hem de somut anlamlarıyla rejimin sahibine dönüşerek bu tartışmayı sonlandırmıştır. Dolayısıyla bu sahipliğe meydan okuyacak her rakip, tıpkı 2002 öncesinin siyasi atmosferindeki “ötekilere” yapıldığı gibi gerici, bölücü, devlet ve millet düşmanı olarak lanse edilmeye çalışılacaktır. Buraya kadar kabaca özetlediğim şey, tarih dışı bir CHP imgesine yüklenilen ideolojik mirasın, onun sembolik karşılıklarının her daim doğal bir karşıtlık potansiyeli taşıdığına dairdir. Bu mirasın taşındığı iddiası sürerken diğer yandan da farklı seçmen gruplarına ulaşılması amaçlanarak sürekli bir açılım veya mirası esnetme denemeleri yapılmaktadır. Bunun son hali olarak Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, kurucu miras yükü ve bu mirasla uyuşması mümkün olmayan, tabiri caizse redd-i miras’a varan siyasi açılımların “helalleşme” adı altında uygulamaya konulmasının yarattığı garabet, bugünün CHP’sinin manasız bir çelişkiler yumağında boğulmasına yol açmaktadır. Bu, iktidara gelmek isteyen bir muhalefet partisi için manasız bir yüktür. Bu halde ya yardan ya serden vazgeçilmelidir. Peki, niçin?
Birincisi, mirasının biricik taşıyıcısı olunduğu söylenen Türkiye Cumhuriyeti ile (1980 öncesi veya sonrasındaki tüzel kişilikleri dahil) CHP arasında bugün bir ilişki kalmamıştır. Gerek kurumlardaki veya devletteki CHP’lilerin varlığı gerekse de devletin bugün izlediği genel siyasetin yönü, ne ulusçu-aydınlanmacı bir despotizmin ne de emek, sendikal mücadele veya bölüşüm ilişkilerini doğrudan odağına koyan sol bir siyasetin izlerine sahiptir. Ortada ne 40’ların İnönü’sü ne de 70’lerin Ecevit CHP’sinden bir iz vardır. Yani ne İnönü’nün devleti ve toplumu biri diğerine rağmen bile olsa taşımak sorumluluğu ne de Ecevit’in partiyi kitlelere taşıyıp devleti oradan dönüştürerek yönetme arzusu. Bu isimlerin uzamında devletin üst kurumlarına bir zamanlar yerleşmiş klikler de çoktan emekli olmuştur, müstafidir yahut müteveffadır.
İkincisi, mevcut CHP’yi kuran ne Mustafa Kemal ne İnönü ne de Ecevit’tir. Daha evvel de değindiğim üzere, 9 Eylül 1992’de CHP’yi, Deniz Baykal kurmuştur. Hem İsmet Paşa’nın mahdumu Erdal İnönü hem de partinin son genel başkanı ve son başbakanı Ecevit bu mirası taşımayı birçok sebeple -son kertede- reddetmiştir. CHP istikametli solda birlik çağrıları da her daim akim kalmıştır. Bu reddiyenin ve ayrışmanın tek sebebi, asıl CHP’nin 12 Eylül ile kapatılması değildir. Ecevit de Erdal İnönü de partinin dağılmış örgütünün, ona bağlı delege yapısının ve kültürünün, dahası ideolojisinin takibinde olmamışlardır. Yani ortada bir bağ aranıyorsa, bunun örgütsel anlamda dahi hele de 12 yıllık CHP’siz zamanlar hesaba katılırsa mevcut olduğu söylenemez. Atılabilecek yegane teğel, patenti onda olmasa da siyasi hayatının başından beri ismiyle eş anlamlı hale gelen Baykal’ın hizipçilik mirasındadır.
Üçüncüsü ise, Kemalizmin ya da daha nahif ifadesiyle Atatürkçülüğün 1920’lerden bugüne kadar değişen anlamlarıyla ilgilidir. Neresinden eğip bükülürse bükülsün, farklı iktidarlarca ya da parti yönetimlerince anlamı ne kadar çekiştirilirse çekiştirilsin, Mustafa Kemal milliyetçi ve modernleşmecidir. Siyaseti, çoğulcu, çokkültürcü yahut postmodern değildir. Haliyle “woke” kültürüne de mensup değildir. Ulus devlet kimliğinin ne’likleri ve nasıl’lıklarına dair bir kafa karışıklığı da yoktur. Kimlik tanımı kendi dönemi için kapsayıcıdır ancak bu kapsayıcılığın sınırları da cumhuriyetçilikle milliyetçiliğin bileşkesindeki halkçılık ilkesinin tesanütçü/solidarist arka planından mülhemdir. Sonuçta, kimse Kemalist, milliyetçi ya da cumhuriyetçi olmak zorunda değildir. Ancak bu ilkelerin olgularına tefritle, değerlerine ifratla yaklaşılırsa ortada ne değer ne de olgu kalacaktır.
Bay Kemal’in helalleşme yolculuğunda ise tüm bunlar arkaik bulunan, çoktan aşılmış; konuşulması da mahalle baskısı ile fiilen yasaklanmış meselelerdi. Cepteki oyları muhafaza etmek için de en asgari haliyle taşınması zorunlu görülen miras yükünü CHP etiketi yüklenecek, Kılıçdaroğlu ise kimliksizleşme açılımı yapacaktı. Çünkü partideki fikrî hakimiyet, bastığı yerleri toprak diyerek geçmese de toprağı tanımak yerine, ona ekolojik mücadeleyi anlatmayı tercih eden bir entelektüalizmin elindeydi.
Çoğu bu dünyadan göçmüş, kalanları da 90’ını aşmış MGK paşalarını ne olursa olsun yargılamak hülyasıyla 2010 Anayasa Referandumu’nda “Yetmez ama Evet” davulu çalanların da içinde olduğu bu beyin takımı, bu defa da eski müttefikleri Erdoğan’ın ne pahasına olursa olsun gitmesi için aynı yola girdiler. Seçmenin şikayetleri olmasını, anti-Erdoğanizm kararının verilme zarureti olarak gördüler. Verilecek bu zorunlu kararın da tarihsel bir rövanşa karşı başka bir tarihsel rövanş sonucunu vermesi adına en mütekamil ve yegane adayın Kılıçdaroğlu olduğuna inançları tamdı.
Bu vesileyle onlar Kılıçdaroğlu’na, Kılıçdaroğlu partiye, parti de seçmenine “sana söz, yine baharlar gelecek” festivalinin biletlerini pazarladı. Biletler gişelerde yok satar göründü. Ama çoğunluk seçmen, muhalif olmak dışında başka bir ortaklığı bulunmayanların ortaklığına, iktidar vizesi çıkarmadı. Haliyle, sağanak yağış altında yapılan festivalde, bahar da gelemedi. Böylece Türkiye’nin yersizce ve zamansızca da olsa kendi Obama’sını çıkarabileceği rüyası sona erdi. Bu bağlamda seçim sonuçları, kimin kazandığından da bağımsız olarak, tercihsiz olduğu var sayılan ve zorunluluk dayatmasıyla sınanan sıradan insanın, tercih yapmakta ısrar etmesi adına bir itirazın manifestosudur.
Gelgelelim, CHP’nin sırtındaki ikinci hançer olarak kimliksizleşme hançeri, olduğu yerde durmaktadır. Bir sonraki yazıda ise yeni genel başkan Özgür Özel’in CHP’nin sırtındaki bu iki hançeri çıkartabilecek bir isim olup olmadığını sorgulayacağız.
[1] Aslında daha resmî düzeydeki ismi Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi olan fakat Kürt Açılımı, Çözüm Süreci veya (Demokratik) Açılım Süreci olarak da bilinen mevzudan bahsediyorum. 2009 Yerel Seçimleri’nden sonra dillendirilmeye başlayan süreç, 2014’deki Kobane/Ayn el-Arab protestoları ile sarsılmaya başladı. Buna rağmen Şubat 2015’de Dolmabahçe Mutabakatı ilan edildi. 20 Temmuz Suruç’ta patlayan bomba ve 2 gün sonra, 2 polis memuruna yapılan suikast neticesinde süreç resmen sona ermiş oldu.
[2] 6 Mayıs 2010 tarihinde Meclis’ten geçen değişiklik paketi, 367 oy sayısının altında kaldığı için referanduma gidildi. 12 Eylül 2010’da yapılan referandumunda ise evet oyları %57,88; hayır oyları ise % 42,12 olarak kayda geçti. Anayasa reform paketinde, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın üyelik yapıları ve üyelerin süreleri değiştirilmiştir. Askerî yargının yetki alanı daraltılmış ve devletin güvenliğine ilişkin davaların yetkili sivil mahkemelerde görüleceği kanunlaşmıştır. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı getirtilmiştir. “Yetmez ama Evet” sloganı açısından en sembolik değişiklik ise 1982 Anayasası’nın geçici 15. Maddesinin kaldırılmasıdır. Böylece 12 Eylül 1980 darbesini yapan Millî Güvenlik Konseyi üyelerinin yargılanması mümkün hale geldi.
[3] Takip eden dönemi 2014’te MHP ile birlikte aday gösterdikleri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kaybettiği cumhurbaşkanlığı seçimine kadar çekebiliriz. Meşhur “Ekmek için Ekmeleddin” kampanyası. Bu manada 2014-2019 arası ise yerel seçimle bitiyor. 13 yıl… Dile kolay, kısmetse başka bir vakitte yazılabilir diyor ve kronolojiye artık girmiyorum.
[4] Selahattin Bingöl de CHP’yi kurmaya çalışmıştır. Ancak bu parti, 1980 döneminde kapatılan partilerin aynı isimlerle yeniden kurulabilmesini sağlayan yasa değişikliğinin hemen öncesinde Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Dolayısıyla kurumsal yeniden kuruluş da 9 Eylül 1992 Kurultayı’na aittir. Bkz. R. G. Tarih-Sayı: 24.04.1992-21208
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.