Günümüzde –Türkiye özelinde- milliyetçilik pratikleri homojen olmayan, salt reaksiyonerlikle bezeli bir tavrın dışavurumu izlenimi verir. Birçok mecrada milliyetçilik üzerinden teorisi nakıs sesler yükselirken milliyetçiliğin ne olup olmadığı noktasında ciddi kavramsal ve felsefi eksiklikler göze çarpar. Bununla birlikte milliyetçilik kavramına, teori ve felsefeden kopuk bir kurgusallık yoluyla kakofonik, rasyonellikten uzak, hamasi, sanal betimlemelerin çevresinde mantığa muarız bir anlam da yüklenir.
Milliyetçiliğin (Türk milliyetçiliği) bir asır önceki kriz ortamında öne çıkan teori çabalarıyla bugünkü durumu bir kıyas etrafında değerlendirildiğinde ortada ete kemiğe bürünmüş ne bir kavramlaştırma ne bir teorilendirme hatta onun sacayağı olabilecek ne de bir yöntemin varlığından söz edebiliriz.
Fikrin bu haletiruhiyesi kronikleşirse teorisi olmayan herhangi bir kavram veyahut düşünce gibi milliyetçilik de bu eksikliğin yarattığı/yaratacağı anlamboşluğunda salt reaksiyoner hamlelerle manipülasyona yelken olur. Memleketteki güncel siyasete ve milliyetçi düşünce mahfillerine mercek tutulduğunda bu iddiamızın muhkemliği hiç şüphesiz kristalize olmuş bir netlikte göze gelir. Bundan dolayı bir önceki yazımızda da ayrımını kalın çizgilerle konumlandırdığımız politik olan ile siyaset farklılığı özellikle Türk milliyetçileri tarafından münasip nazarla idrak edilmek zorundadır (Bkz. Siyasetin “Politiksiz”liği). Aksi istikameti, söylev / söylem ve slogan iş birliğinde seslendirilen milliyetçiliği, siyasetin “seyis” mesabesine hatta fikriyattan ari bir kırpıntı bohçasında mahfuz bırakır.
Bugün Türk milliyetçiliği güncel siyasetin kafesinde, popüler nutuklar düzeyinde icra alanı buluyor. Doğal olarak teorilendirmenin varlığına ihtiyaç duyulmadığı bu alan Türk milliyetçiliğinin fikrî cevherini, arazların tali ellerine teslim etmiş gibi… Düşünce, fikir vb. adı altında belirli kişilerin oluşturduğu birtakım topluluklar, “Milliyetçilik nedir?” gibi temel bir soru/sorun ile ilgilenmek yerine “Ben daha milliyetçiyim-Sen milliyetçi değilsin, Ben Türkçüyüm-Sen sentezcisin” gibi düşünselliğin göz ardı edildiği güdük bir düşünce arkı üzerinden yol açmaya çalışırken diğer bazı çevreler ise Milliyetçilik, Türkçülük kavramlarının önüne getirdikleri bazı sıfatlarla ya tarihî referanslara tutunarak bir alan inşa ediyor yahut tarihî bir karakter üzerinden metaforik hikayelerle modern bir epik çizgi etrafında kalem oynatıyor.
Gökalp referans alındığında, bugüne nazaran yirminci yüzyıl milliyetçiliği kabaca, başlangıçta dil çeperinde konumlanan kültürellik/yerellik üzerinden bir içeriklenmeyle Cumhuriyet’e kadar sağlam bir zemin bulmuştu. Günümüz milliyetçiliğinde ise fikrî bir kaygı etrafında bu kültürelliğin kaybının salt diskura alan açması, topluma ulaşmanın sosyal medya etkileşimleri ile doğru orantısı ve kısa, aforizmatik ifade biçimlerinin popülariteyi besleyen güçlü yolları, onu hem modern siyaset ve felsefi disiplinlerin koşullarına hem de bir asır önceki düşünselliğin zemini olan sözlü geleneğe ve maziye bağlama çabalarından azade kılıyor.
Ayrıca modern düşünce kalıplarına intibak ettirilmeye çalışılan milliyetçilik, mitos ve kült yaratma gayretleriyle ikonlaştırılan tarihî şahsiyetleri, bir savaş ve kahramanlık fetişizmiyle araçsallaştırma yolunu tercih ediyor. Bu da parti siyasetinden ayrıştırılmaya çalışılan Türk milliyetçiliğini bir propaganda malzemesi, soyut gerekçelerle bir nesne unsuru haline getiriyor.
Episteme düzeyinden doxa düzeyine indirilen Türk milliyetçiliğinin sesi, bu noksan ve içeriksiz çabalarla ne yazık ki nitelikli bir çokseslilikten kaçınarak kakofonik bir gürültü vadisinde teorik kaygılardan uzak yankılanıyor. Burada belirtilen kakofoninin milliyetçilikle irtibatı nicelin nitele galebesi olarak değerlendirilebilir.
Sofistlerin, Sokratik diyaloglarda işe koştuğu retorik kandırmacalar ile benmerkezci, pragmatik çabalar bugün “taraftarlık” mekanizmasıyla öbeklenen milliyetçi çevrelerde sıklıkla gözlemlenen bir resmin yansımasıdır. Peki, bu olumsuz çerçevenin temel nedeni ne olabilir? Günümüzde ne yazık ki milliyetçilik kavramsal ve felsefi manada bir tanım krizi taşımamaktadır.
Felsefi düşünsellik aracılığıyla tanımlanamayan ve teorik hudutları belirlenemeyen kavramlar bu bakımdan praksisin retoriğine hizmet etmektedir. Bir tanımlama krizimiz yok. Bu da doğal olarak hamasî söylem kalıplarıyla çevrelenen ve siyaseten birçok eleştiri mekanizmasından yalıtılmış düşünselliğin, ilerleme gayretlerine set çekiyor. Ontolojik ve epistemolojik çerçevede ele alınırsa bir kavramı tanım/tanımlama krizi birden fazla çözüm önerisiyle birlikte var olur. Çünkü bir kriz beraberinde birçok soruyu barındırır.
Bu bakımdan kavramsal düzeyde ele almadığımız milliyetçiliğin pratik zeminde propagandasının yapılması bir tanımlama kaygısını öne çıkarmıyor. Tanımlama kaygısının taşınmaması temelde milliyetçiliği aparatlaştırma pratiğinden kaynaklı… Yani düşünce alanından seçim meydanlarına ve sosyal medya mecralarına çekilen bir milliyetçilik, temaşa edilen bir varlık muhteviyatına dönüştürülmektedir. Bu bakımdan milliyetçi tandanslı partilerin ve söylemlerin çoğalması esasında salt siyasi anlaşmazlıkların değil tanım sorununun yansımasıdır.
Tanım krizinin olmaması ve felsefi bir tanım sorununun ortadaki varlığı, hiçbir şekilde hiçbir düşünce mahfili tarafından tanım yapılmadığı anlamını da taşımamalı. Milliyetçi düşünce çevrelerinde elbette bazı tanımlamalar ve kabuller üzerinden bir görüş geliştirme gayreti mevcut… Hatta düşünsel altyapılarını kurguladıkları bu tanımların bir kısmı geleneksel, ortodoks hat üzerinden inşa olunurken bir kısmı ise birtakım kavramların öneki olarak bazı sıfatlar etrafında belirir.
Mesela İttihatçılık ekseni üzerinden geliştirilen bir Türk milliyetçiliği tanımı, milliyetçiliğin eylemsel ve yönetimsel boyutuyla irtibatlandırılarak geçmişin, bir millî ruh çerçevesinde modern siyasette diriltilmesi kaygısıyla peyda olurken metafiziksel çıkarımların ve teolojik ifade biçimlerinin Türklük ile sentezlenmesine karşı oluşan tepkiselliğin, seküler (séculier) sıfatıyla milliyetçiliğin salt dünyevi/laik bir tezgahta dokunması da bir tanım hattını doğurabilmektedir. Bu ve türevleri gibi tanım ve ifade bolluğu iddiamızca felsefi altyapıdan yoksunluk barındırıyor.
Düşünce çevreleri bir tanımlama krizi yaratarak felsefi müktesebatın sorumluluğunu yüklenmediğinden öncüllerin sonuç ile uyumsuzluğu maalesef mantıksal bir çıkarıma imkan tanımıyor. Açıkçası bir şeyler söyleniyor Türk milliyetçiliği adına lakin söylenenler felsefi açıdan teorik bir kurgudan çoğunlukla izler taşımıyor. Bu noktada hatırlatılmalıdır ki kavramlar gerek fikrî argümanlar ölçeğinde gerekse teorik çerçevede tanımlanmadan Türk milliyetçiliğinin muhtevası doldurulamaz. Muhtevanın doldurulmaması milliyetçilik üzerine geliştirildiği söylenen teoriyi eksik bırakır, bu da haliyle yöntem sorununu eş deyişle teorik yöntem sorununu ifşa eder. Neticede sloganizm seviyesinde kalan Türk milliyetçiliği sahte bir gerçeklik maskesiyle siyasal tezgahlarda satışa çıkar.
Metalaşan kavram, kimin tezgahında ise onun pazarlama naralarına teslimdir. Çünkü siyasi meta haline geldiğinden sahibinin rengini almak zorunda kalmıştır. Burada altını çizmekte fayda gördüğümüz bir sorunsal da sekülerlik ile milliyetçiliğin aynı söylem kalıbının içinde kullanılırken sekülerliğe salt metafizik ve dine mesafelilik üzerinden bir anlam yüklenmeye çalışıldığıdır. Hatırlarsak reformasyon mimarlarından Luther’in Seküler Otorite’si Calvin’in Sivil Yönetim’i Tanrısal Logos ile sivil yönetim arasında bir denge gayreti taşır ve 16. yüzyıldaki ciddi düşünce eylemlerini imler. Sekülerliği yani sivil otoriteyi dinî/manevi/ruhani iktidar ile ayrıştırarak farklı alanlarda sınırlandırmak bir dikotomi yaratımı, dönemin esasında felsefi bir izdüşümüdür.
Kavramsal olarak sekülerlik Luther ve Calvin’de bir dine karşıtlık üzerinden belirmemekte, dinî iktidarın sivil iktidarın sorumluluk alanından yalıtılmasına gönderim yapmaktadır. Tabii kavramların birer organizma gibi dönüşebilme ve gelişebilme özelliği dikkate alındığında tarihsel seyri sekülerliği de kavramsal biçimde farklılaştırmıştır. Ancak milliyetçilik özelinde sekülerlik milliyetçilik ile sentezlenecek yahut milliyetçiliğin kavramlaştırılmasında içeriğe bir anlam tesis edecekse bunun temel dayanakları ve kavramdan ne anlaşıldığı yine felsefi yöntem ile teorik çerçevede düşünsel zemine iyi yerleştirilmelidir.
Yoksa salt dipnotlar ve sloganik ifade kalıplarıyla ruhani olanı tamamıyla inkar üzerinden geliştirilen bir kavramlaştırma, Batı düşüncesinde özellikle Luther ve Calvin çizgisindeki anlamıyla sekülerliği çatışık hatlara serimleyecektir. Bu durum doğal olarak teori maksadıyla oluşturulacak herhangi bir milliyetçilik kavramlaştırmasını yahut tanımını öncülleri ve sonuçları bakımından argümantatif olarak zayıf kılacaktır.
Sonuç olarak, satır aralarında da belirtildiği gibi günümüzde milliyetçi düşünce çevrelerinde ve bazı siyasi platformlarda kakofonik propaganda kalıpları ile milliyetçilik, salt praksis ve pragmatik kaygılarla “teori, kavramlaştırma ve tanımlama” derinliğinden azade kılındığından, “kimin ve neyin milliyetçiliği?” gibi, fikrî ve felsefi donatıdan uzak münakaşaları belirleyen ahenksiz bir soruyla karşı karşıyayız.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.