9:50 am Emrah Gülsunar, Siyaset • 2 Yorum

Kutsal Değerlere Hakaret ve Hukuk Devleti

Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin farklı toplumsal kesimlerinden bazı kişilerin karşı tarafın kutsal saydığı değerlere yaptığı hakaretler ve bunlar sonrası yaşanan gelişmelerle geçti.

Yıllardır Türkiye’de hakaret ve ifade özgürlüğü eksenli tartışmalar iki kutsal değer üzerinden yürür: İslam ve Atatürk. Bu defa da farklı olmadı.

Kutsal değerleri koruma

Her toplumun başta dinî ve millî olmak üzere kutsal saydığı birtakım değerleri olur. Abartıya kaçmadan bu değerleri aleni olarak aşağılayan veya hakaret edenlere birtakım cezalar verilmesi ve bu şekilde bu değerlerin korunmaya çalışılması yanlış da değildir.

Tabii burada “abartıya kaçmadan” kısmı önemli. Suudi Arabistan ya da İran gibi aşırı muhafazakar ve otoriter rejimlerde dine hakaret idama kadar varabilen yöntemlerle cezalandırılabiliyor. Bu uygulamaların modern değerlerle ve medeni dünya ile bağdaştığını iddia etmek mümkün değil.

Ancak dine ve devlet başkanlarına hakareti hafif de olsa cezalandıran yasalar gelişmiş demokratik rejimlerde de olabiliyor. Örneğin Almanya’da toplumun huzurunu bozacak şekilde dine hakaret etmenin üç yıla kadar hapis cezası var. Ya da Danimarka’da kraliçe ya da ailesine hakaret etmek gene üç yıla kadar hapisle cezalandırılabiliyor.

Bu cezaların varlığı o ülkede mutlaka ifade özgürlüğünün kısıtlandığı anlamına gelmiyor. Dediğim gibi, abartıya kaçmadan toplumların belli ortak değerlerini hakaret ve aşağılamadan korumaya çalışmaları yanlış bir şey değil.

Bizdeki yasalar ve uygulama

Modernleşme birikimimiz ve laik hukuk sistemimiz sağ olsun, bu konularda bizim yasalarımız da Avrupa’dakilere benzer. Dine hakaretin cezası bir yıl, Atatürk’e hakaretin cezası üç yıla kadar hapis. Uygulamada bunların genelde para cezasına çevrilerek hafifletildiğini de biliyoruz.

Dolayısıyla Türkiye’deki sorun yasaların kendisinde değil.

Tabii burada daha özgürlükçü bir perspektiften İslam’a ya da Atatürk’e hakaret ve saldırının hiçbir şekilde suç olmaması gerektiği de iddia edilebilir. Zira bazı Batı ülkelerinde gerçekten de bu cezaların hiçbirisi yok. Ancak Türkiye’deki mevcut yasalar zaten gelişmiş birçok demokrasideki benzer bağlamdaki yasalardan farklı değil. Türkiye’deki demokratik kültürün geri kalmışlığı düşünüldüğünde daha fazlası şu aşamada zaten çok gerçekçi de olmayabilir.

Türkiye’de bu konulardaki asıl sorun daha çok uygulamada.

Hukuk devletinin gerileyişi ve millî irade despotizmi

Türkiye son 15-20 yılda liberal-demokrasinin her alanında olduğu gibi hukuk devletinde de büyük bir gerileyiş yaşadı. Bu gerileyiş kutsallara hakaret ve ifade özgürlüğü gibi konularda da keyfî uygulamaları beraberinde getirdi.

Geçtiğimiz haftaki olaylara baktığımızda Avukat Feyza Altun’un şeriata küfretmesi, normalde en fazlasından hakkında soruşturma başlatılıp tutuksuz yargılanacağı basit bir suç iken, ki şeriata küfür etmenin dine küfür etme anlamına gelip gelmediği de tartışmalı bir mesele, evine polis ordusunun gönderilmesi ve sonrasında tutuklanması gibi uygulamalara gidildiğini gördük.

Öte yandan Şevki Yılmaz isimli eski İslamcı siyasetçinin Atatürk’e hakaret ve beddua ettiği bir video ortaya çıkmış olmasına rağmen hiçbir savcı bu konuda kılını dahi kıpırdatmadı.

Yani burada açık bir çifte standart söz konusu.

Mesele İslami değerler olduğunda kanunun ötesine geçip ekstra cezalandırma yöntemlerine başvuran savcılar, Atatürk’e hakaret söz konusu olduğunda yasaları dahi uygulamamaktalar.

Çünkü Türkiye’de artık bir hukuk devleti yok. Uzun zamandır Türkiye her şeyin siyasi güç dengelerine göre belirlendiği popülist-otoriter bir rejimle yönetiliyor.

Ve bu popülist rejim devamlılığını toplumun yüzde 50 ila 55’ini oluşturan milliyetçi-muhafazakar bir kesimin oyunu alarak sağlıyor. Bu yüzden tüm rejim pratikleri bu  yüzde 50 ila 55’lik kesimi memnun etmek üzerine kurulu.

Dolayısıyla, İslamcıları da kapsayan bu kesimin değerlerine bir saldırı olduğu zaman saldırıyı yapan ekstra cezalandırmaya maruz kalıyor. Bu şekilde bir yandan o  yüzde 50 ila 55’lik kesime “sizin değerlerinizi koruyoruz” mesajı verilirken diğer taraftan laik kesime gözdağı verilmiş oluyor.

Öte yandan, o yüzde 50 ila 55’lik kesimin dışında kalanların sahiplendiği değerlere bir hakaret olduğu zaman ise yasa dahi uygulanmıyor. Rejimin temsil etmediği yüzde 45 ila 50’lik kesim bir nevi ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor.

Bu, işte tam da benim “millî irade despotizmi” adını verdiğim rejimin tipik bir sonucu.[1] Çözümü ise hukuk devletine geri dönmek. Bu da ancak Erdoğan rejiminin değişmesi ile mümkün.


[1] Bu rejimin detaylarını başka bir yazımda incelemiştim: https://www.fikirtepemedya.com/siyaset/milli-irade-despotizmi/


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 130 times, 1 visit(s) today

Close