19. yüzyılda demokrasi üzerine çok önemli eserleri vermiş Fransız siyaset felsefecisi Alexis de Tocqueville, demokrasinin topluma faydaları kadar son tahlilde demokrasinin kendisinin ortadan kalkmasına yol açacak kadar önemli tehlikeleri de olduğunu söylemiş ve düşünsel hayatının önemli bir bölümünü bu tehlikeleri incelemeye ve onlara dikkat çekmeye ayırmıştı.
Tocqueville’in dikkat çektiği tehlikelerden en önemlisi, çoğunluğun yönetimine dayalı demokratik bir sistemde devleti yönetenlerin buradan edindikleri güçlü meşruiyete dayanarak azınlık üzerinde tahakküm kurmaya çalışmasıydı. Çünkü Tocqueville’e göre demokrasilerin temel çalışma prensibi olan “çoğunluk ne isterse o olur” anlayışının uç noktası “çoğunluğun tiranlığı”dır.
Tocqueville’in 150 yıl önce demokrasiye dair dikkat çektiği bu tehlike, işte bugün Türkiye’de yaşanıyor. Meşruiyetini “millî irade”den yani çoğunluğun kendisini seçmiş olmasından alan bir yönetim, son derece keyfî bir şekilde Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamıyor. Mahkemenin bir milletvekilinin hak ihlaline uğramış olduğu yönünde verdiği karara rağmen meclis anayasaya açıkça aykırı bir şekilde o vekilin vekilliğini düşürebiliyor.
Liberal versus popülist demokrasi
Açıkça itiraf edilmese de buradaki anlayış açık: Mevcut iktidara göre millî iradeyi temsil eden güç her türlü yasanın hatta anayasanın bile üzerinde. Yani “millî irade” aslında asıl gerçek anayasa. Yazılı anayasa dahil tüm yasalar hiyerarşide onun altında ve ona tabi.
Bu, millî iradeye dayandığı gerekçesiyle adına “demokrasi” dense de aslında demokrasiyle bağdaşır bir yönetim anlayışı değil. Dünyanın hiçbir gelişmiş demokrasisinde böyle bir yönetim anlayışı yok.
Ya da şöyle de diyebiliriz: Bu millî iradeci siyasal rejim gelişmiş ülkelerde gördüğümüz “liberal demokrasi” değil, daha çok az gelişmiş ülkelerde gördüğümüz “popülist demokrasi”.
Popülist demokrasilerde de ortada bir tür demokrasi var. Asgari düzeyde de olsa rekabetçi seçimler yapılıyor. Ancak o asgari düzeydeki rekabetçi seçimle iktidara gelen yönetim, kendisini halkın seçmiş olmasından devşirdiği meşruiyet ile canı ne isterse onu yapabiliyor. Devlet sisteminde kendisini sınırlayabilecek herhangi bir güç bulunmuyor.
Dolayısıyla bu rejimler aslında özünde demokratik değil otoriter bir anlayışa dayanıyor.
Montesquieu, Tocqueville, Mill gibi liberal filozoflar, demokrasinin bu tür bir rejime kaymaya meyilli olduğunu iyi bildikleri için onun mutlaka kuvvetler ayrılığı ve denge-denetim mekanizmalarını da içermesi gerektiğini söylemişlerdir. Demokratik bir rejimin çoğunluğun despotizmi batağına düşmesini engelleyecek olan en başta bu niteliklerdir.
Ne var ki popülist demokrasilerde liberal demokrasilerin en önemli özellikleri olan kuvvetler ayrılığı, denge-denetim mekanizmaları, yargı bağımsızlığı, özgür medya ve ifade özgürlüğü ya hiç yer almaz ya da oldukça sınırlı düzeyde yer alır.
Dolayısıyla sistemin demokratik olduğu iddiasının dayandığı asgari düzeydeki rekabetçi seçimler de aslında çok adil bir ortamda geçmez. Devlet imkanlarına sahip olan iktidar partisi ya da partileri bu durumu seçim süreçlerinde kendi lehlerine olacak şekilde sonuna kadar kullanır.
Muhafazakar siyasetin popülizm hastalığı
Erdoğan rejimindeki bu otoriter-popülist demokrasi anlayışı aslında bu döneme özgü de değil. Türkiye tarihinde muhafazakar gelenekten siyasi partilerin ve liderlerin demokrasi anlayışı aşağı yukarı hep bu şekilde olageldi.
Örneğin bugün Erdoğan rejimindekine çok benzer bir ortam 1950’lerde Demokrat Parti iktidarının son yıllarında da vardı. Erdoğan rejiminde olduğu gibi “Menderes rejimi”nde de liberal demokrasinin olmazsa olmaz unsurları ortadan kaldırılmış ve demokrasi sadece seçimlere indirgenmişti.
Aynı şekilde “millî irade” de Erdoğan’dan önceki muhafazakar çizgideki siyasi liderlerin dilinden düşürmediği bir olguydu. Muhafazakar siyasetçiler “millî irade” vurgusunu ve buradan devşirilen meşruiyeti bilhassa Atatürkçü yüksek bürokrasinin siyasete müdahalelerine karşı bir kalkan olarak kullanıyordu.
Muhafazakar siyasetteki bu “millî irade” vurgusu özellikle İdris Küçükömer’den etkilenen bir kesim liberal entelektüel tarafından oldukça yanlış bir şekilde muhafazakar parti ve siyasetçilerin ülkeyi demokratikleştirmek istediği şeklinde yorumlandı.
Ancak bugün artık açıkça görülmektedir ki muhafazakarların talep ettiği şey demokrasi değil, millî irade despotizmi idi. Çünkü onlar sadece Atatürkçü yüksek bürokrasinin vesayetçiliğine değil, kendilerini sınırlandıran her tür denge-denetim mekanizmasına karşıydı.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.
[…] Millî İrade Despotizmi (Emrah Gülsunar – 02.02.2024) […]