10:00 am Siyaset, Tarık Solmaz

“Pandemi Jeopolitiği”: Mit mi Gerçeklik mi?

“Pandemi Jeopolitiği”: Mit mi Gerçeklik mi?

ABD merkezli düşünce kuruluşu RAND Corporation’ın savaşın geleceği ile ilgili yayımladığı son rapor, Amerikan savunma çevrelerinde yeni bir tartışma yarattı. Vebalar, Siborglar ve Süper Askerler: Savaşın İnsani Alanı başlıklı rapor yeni nesil savaşların insanların zihinleriyle kontrol ettikleri son derece gelişmiş makineler, yapay zeka tabanlı teknolojiler ve sentetik olarak üretilmiş genomik hedefli salgın hastalıklar aracılığıyla gerçekleşebileceğine dair bir öngörüde bulunuyor.

Bu araştırmaya ABD Savunma Bakanlığının sponsor olması raporda tartışılan hususların Amerikan güvenlik bürokrasisi tarafından da ciddiye alındığına işaret ediyor. Esasen, geleceğin savaşlarını şekillendireceği öne sürülen bu unsurların her biri ayrı birer yazı konusu olmayı hak ediyor. Bu yazı ise münhasıran raporun biyolojik ajanların politik amaçlar doğrultusunda kullanımına dair öngörülere odaklanmakta ve Türkiye için politika önerilerinde bulunmaktadır.

RAND raporu biyolojik silahların ABD’nin hasımları tarafından yakın gelecekte kullanıldığı ve uluslararası sistem üzerinde katastrofik etkiler meydana getiren senaryolar üzerine bina ediliyor. Söz konusu senaryolardan en dikkat çekici olanı 2028 yılında patlak veren yeni bir koronavirüs salgını ve bu salgının küresel jeopolitik denkleme etkilerine ilişkin. Senaryoya göre 2028 yılının Eylül ayında daha önce bilinmeyen bir koronavirüs, Güney Çin Denizi’ndeki ülkelere yayılmaya başlıyor. Halk sağlığı yetkilileri, bahse konu virüsün, 2019 yılının Aralık ayında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve küresel bir salgına neden olan şiddetli akut solunum yolu sendromu SARS-CoV-2’den oldukça farklı olduğunu tespit ederek yeni tip virüse SARS-CoV-3 adını veriyorlar. Bu virüs önceki yıllardaki COVID-19 enfeksiyonlarından ve yaygın aşılama kampanyalarından kaynaklanan bağışıklıktan kolayca kaçabiliyor ve devam eden muson mevsiminin insanları zamanlarının büyük bölümünü kapalı mekanlarda geçirmeye sevk etmesi nedeniyle virüsün yayılımı oldukça hız kazanıyor.

Senaryoya göre, SARS-CoV-3 adı verilen yeni tip koronavirüs eş zamanlı olarak ABD donanmasına ait gemilerde ortaya çıkıyor ve olası Çin saldırısına karşı Tayvan’ı korumak amacıyla bölgede bulunan Nimitz sınıfı uçak gemileri operasyonlarını durdurmak zorunda kalıyor. ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri, ABD Savunma Bakanlığı ve Merkezî İstihbarat Teşkilatı (CIA) yetkilileri, deniz kuvvetlerinin faaliyetlerini icra edemez hale gelmesine neden olan virüsün doğal sebeplerden mi yoksa farklı bir nedenden mi ortaya çıktığını araştırmak için en uygun kurumun hangisi olduğunu tartışa dururken Çin ordusu, Ekim ayının ilk haftasında Tayvan’a askerî bir operasyon düzenliyor ve adayı 46 saat içinde ele geçiriyor. Operasyonun adeta tereyağından kıl çeker gibi neticelenmesinde Tayvan’ın bütün dikkatini SARS-CoV-3 virüsü engelleme faaliyetlerine yoğunlaştırması önemli bir etken oluyor.

Oluşturulan senaryoda en dikkat çeken nokta ise yeni koronavirüsün Çin nüfusu arasındaki yayılım hızının oldukça düşük seviyelerde kalması ve ilginç bir şekilde Çin ordusu mensupları ile askerî tedarik zinciri çalışanları arasında virüse neredeyse rastlanmaması. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), bu durumu Çin’deki sosyal mesafe tedbirlerinin başarısına bağlıyor. DSÖ’nün bilmediği şey ise 2027’nin sonlarından itibaren Çin ordusunun neredeyse tüm üyelerinin ve Çin nüfusunun yaklaşık yarısının standart bir COVID-19 destek kampanyası bahanesiyle farkında olmadan SARS-CoV-3’e karşı aşılandığıdır.

Yukarıda özetlenen senaryo, raporda yer verilen biyolojik savaş senaryolarından yalnızca birisi. Merak eden okuyucular kamuya açık bu raporun tamamına erişebilir ve söz konusu diğer senaryolar hakkında bilgi edinebilirler. Bu yazıda esas dikkat çekmek istediğim husus, konvansiyonel savaş, terörizm ve yıkıcı faaliyetler gibi geleneksel güvenlik meselelerine ziyadesiyle yoğunlaşmak durumunda kalan Türkiye’nin küresel güvenlik gündeminde yavaş yavaş kendine yer bulmaya başlayan bu tehdit biçimine karşı hem teori hem de pratikte daha proaktif bir yaklaşım sergilemesinin gerekliliğidir.

Esas itibarıyla biyolojik savaş veya biyolojik terörizm ihtimaline dair endişeler yeni değildir. 2019 yılının sonlarında başlayan ve COVID-19 salgını kimi çevrelerde biyolojik saldırı şüphesi uyandırmıştır. Bu çerçevede yeni tip koronavirüsün Wuhan Viroloji Enstitüsüne bağlı laboratuvarlarda kasten üretilmiş olabileceğine dair iddialar uzunca bir süre uluslararası kamuoyunda tartışılmıştır. Fakat COVID-19’un insan eliyle üretildiğine ya da genetiğiyle oynanmış bir virüs olduğuna dair herhangi bir kanıt ortaya konulamamıştır. Komplo teorilerinin bir parçası haline gelmesi, biyolojik savaş/terörizm tehdidinin hem devletlerin politika üretim süreçlerinde ve hem entelektüel tartışmalarda geri plana atılmasına yol açmıştır. Lakin biyolojik ajanları siyasal amaçlar doğrultusunda kullanımı inkar edilemeyecek bir gerçekliktir.

Yıkıcı bir kült hareketi olan Osho tarikatı kendisine üs olarak seçtiği ABD’nin Oregon eyaletindeki bir kasabanın yerli halkıyla girmiş olduğu politik çekişmelerin sonucunda 1984 yılının Kasım ayında bölgede bulunan çeşitli restoranlardaki salata barlarına “Salmonella typhimurium” isimli bir bakteri bulaştırarak ABD topraklarındaki ilk biyoterörist eylemi gerçekleştirmiştir. Bahse konu eylemin sonucunda 751 kişi zehirlenmiştir. Biyolojik ajanların siyasal amaçlar doğrultusunda kullanımda dair endişelerin kitleselleştiği ilk olay, ABD’deki şarbon terörü olmuştur. 11 Eylül 2001 terör saldırılarının hemen ardından çok sayıda kamu kurumu ve medya kuruluşuna gönderilen şarbonlu mektuplar 5 kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Söz konusu eylemlerin failleri net bir şekilde açığa kavuşturulamasa da ABD’li yetkililer şarbon teröründen El Kaide’yi sorumlu tutmuştur.

Kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer (KBRN) malzemelerinin terör örgütlerince ele geçirilmesi ve terörist saldırılarda kullanılması ihtimali uzun yıllar boyunca güvenlik gündeminin üst sırasında yer almıştır. Fakat devletlerarası biyolojik bir savaş olasılığı daha ziyade COVID-19 sonrası inşa edilen güvenlik ortamının bir sonucudur. Özellikle ABD, Rusya ve Çin arasında cereyan eden yenilenen büyük güç rekabeti, bu devletleri geleneksel olmayan güvenlik tehditlerine hazırlıklı olmaya sevk etmektedir.

Hiç şüphe yok ki kabiliyetleri ve organizasyon yapıları çok daha sofistike olan devletler tarafından icra edilebilecek biyolojik saldırılar çok daha yıkıcı sonuçlar meydana getirecektir. Türkiye’nin de artan jeopolitik riskleri göz önünde bulundurup biyolojik savaş/terörizm tehdidiyle mücadele kapasite ve kabiliyetlerini güçlendirmesi büyük önem teşkil etmektedir. Biyolojik tehditlerle mücadele kapsamında alınması gereken tedbirlerin başında medikal istihbaratın güçlendirilmesi, biyolojik saldırılara yönelik periyodik risk analizleri hazırlanması, güvenlik bürokrasisinde yer alan sivil ve askerî personelin eğitilmesi, biyolojik ajanların yurda girişinin engellemesi adına sınır kontrollerinin güçlendirilmesi, olası bir saldırı halinde panik ve endişe oluşmaması adına acil eylem planları hazırlanması ve komuta-kontrol zincirinin belirginleştirilmesi, periyodik tatbikatların yapılması, hastanelerin acil servis kapasitelerinin güçlendirilmesi ve toplumsal bilincin arttırılması gelmektedir.

Son söz olarak, her ne kadar komplo teorileriyle iç içe geçmesi nedeniyle biyolojik savaş/terörizm gerçeklikten ziyade bir mit olarak ele alınsa da RAND raporunda da ifade edildiği gibi biyolojik bir savaş ihtimali hiç de yadsınacak bir tehdit biçimi değildir. Buna bağlı olarak Türkiye de küresel güvenlik gündeminde yer tutan bu tehdide karşı hazırlıklı olmalıdır.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 402 times, 1 visit(s) today

Close