10:03 pm Psikoloji, Siyaset

Siyaseti Anlama Aracı Olarak Siyaset Psikolojisi – Seçmen Nasıl Karar Verir?

Türkiye’deki siyasi süreçleri anlama, anlamlandırma, yorumlama ve bunların çıktısı olarak geleceğe dönük siyasi tahminlerde bulunma çabaları sınırlı bir düşünsel çerçeve içinde gerçekleşmektedir. Siyasi elitler hakkında yapılan yorumlar onların kendilerini tanımladığı ideolojik çerçeve referans alınarak yapılırken toplumun siyasi davranışıyla ilgili yorumlar da genellikle sosyolojik birtakım özelliklerin belirlediği ön kabullere, toplulukların ideolojik tercihlerine dayandırılmaktadır. Mesela bir liderin söylemleri onun “mukaddesatçı” düşünceleriyle, bir seçmen grubunun tercihi de eğitim düzeyi, inanç veya benimsenmiş ideoloji gibi etkenlerle izah edilmeye çalışılmaktadır. Halbuki Türkiye’deki siyasette en az bulunan şey ideolojidir. Partilerin çok küçük bir kısmı ve onların az sayıdaki destekçileri klasik anlamda ideolojik bir çerçeve içinde faaliyet göstermektedir. Siyasetin belirleyicisi konumundaki partilerde ise ideolojik bir çerçeve bulunmadığı gibi bu partilerin zaman içinde ideolojik konumlanmalarında önemli değişkenlikler görülmektedir. Bazen uçlar arasında savrulma denilebilecek ölçüye varan bu değişikliklere rağmen bu partilerin destekçilerinin partilerine bağlılıklarında önemli bir değişim olmamaktadır. Bu durum partilerin de seçmenlerin de ideolojik yönelimlerinin ön planda olmadığını göstermektedir. Siyasi analizlerde bu hususun zaman zaman gözden kaçırılması önemli bir yöntem hatasıdır. 

Bu yöntem hatası yüzünden seçim sonuçları da seçmenlerin beklentileri de yanlış okunmakta, özellikle entelektüel camiadan, gerek toplum içindeki grupları gerek siyasi aktörleri gelişime ve dönüşüme zorlayacak fikirler ortaya çıkmamaktadır. Özellikle son yirmi beş yıldır entelektüel, okuryazar camiadaki ve siyasi alternatif geliştirmesi gereken siyasi organizasyonlardaki bu yöntem hatası hem Türk siyasetinin kısırlaşması hem de toplumun git gide daha fazla kutuplaşarak adeta ikiye bölünmesi ve bu iki grubun birbirleriyle ilgili olumsuz yargılarının git gide pekişerek birbirlerini adeta düşman olarak algılaması sonuçlarını doğurmaktadır. Geldiğimiz noktada seçmen gruplarından biri, politika ve söylemleri değişse bile aynı partiye tam bir adanmışlıkla bağlı kalmaktadır. Diğer seçmen grubu da bir yandan etkili ve güvenilir bir lider veya parti eksikliğinden yakınırken diğer yandan iktidarı elinde tutan partinin karşısına kim çıkarsa çıksın o oluşumu veya kişiyi destekleme mecburiyeti içinde hissetmektedir. 

Siyasi analizlerdeki temel yöntem hatası psikolojinin, özellikle de görece daha genç bir disiplin olan siyaset psikolojisinin sağladığı araçların yeterince kullanılmamasıdır. Hemen her yorumda bir cümlenin kıyısında köşesinde “seçmen psikolojisi”, “psikolojik tepki” gibi ifadeler geçse de çoğu yorumda siyaset psikolojisi disiplininin sağladığı güçlü verilerden, sunduğu sağlam araçlardan ve kullanışlı öngörü gereçlerinden faydalanılmadığı söylenebilir. Sosyal psikoloji ve siyaset psikolojisi alanlarında çalışan bazı gayretli isimler siyaseti, seçimleri ve siyasetçileri bu araçlarla ele alarak yorumlar dile getirmekte, fakat onların da sesi, klasik yorumcuların bağırış çağırışları arasında boğulmaktadır. Belki de bu gayretli ve birikimli bilim insanlarının kullandıkları dil geniş kitleler için çok bilimsel bir seviyede kalmakta, onların sunduğu çözümlemeler belki de bu nedenle “anlaşılmayanın yok sayılması” eğilimine kurban gitmektedir. 

Siyasi süreçlerin, olayların ve kişilerin çözümlenmesinde siyaset psikolojisi disiplininden daha fazla yararlanmak sadece siyasi olay ve olguları anlamayı kolaylaştırmakla kalmayacak, bunun yanında siyaset alternatifleri ve siyasi alternatifler gelişmesine de katkı sağlayacaktır. Yani siyaset psikolojisinden yararlanmak hem mevcut iktidarın siyaset alternatifleri geliştirmesini hem de muhalefetin tutarlı ve güvenilir siyasi alternatifler ortaya çıkarmasını sağlayabilir. Bu tür faydaların elde edilebilmesi için bu köşede siyaset psikolojisinin temel kavramlarını, çözümleme yöntemlerini, çalışmalar ve araştırımalar sonucunda elde edilen ve pek çok insana veya pek çok topluluğa genellenebilen verilerini kolay anlaşılır bir dille açıklamaya çalışacağız. Siyaset psikolojisinin sağladığı bu kavramları, yöntemleri ve verileri, siyasi çözümlemelerde zaten hep kullanılan diğer yöntemlere entegre etmenin bize nasıl yeni ufuklar açacağını ve anlaşılmaz görünen bazı siyasi olay, olgu, eylem ve tepkileri nasıl anlaşılır hale getireceğini de göstermeye çalışacağız. 

Bu yazıda bir başlangıç olarak seçmenlerin oy verme davranışının akılcı (rasyonel) olup olmadığı konusunu ele alacağız. 

Seçmenin seçimi rasyonel midir?

Siyaset biliminin geleneksel bakış açısı seçmenlerin oy verme davranışını “rasyonel seçim teorisi” bağlamında ele alma eğilimindedir. Bu eğilim gitgide gücünü kaybetse de bazı siyasi analizlerde örtük olarak hala kendini göstermektedir. Rasyonel seçim teorisi ekonomi biliminde ortaya atılmış ve kökleri Adam Smith’e dayanan bir teoridir. Bu teoriye göre bireyler karar verirken alternatifler arasında mantıklı kıyaslamalar yapar, her alternatifin artı ve eksilerini hesap eder, kendi menfaatleriyle en çok örtüşen ve kendilerine en çok fayda getirecek olan seçenekte karar kılarlar. Ekonomik kararların böyle bir akıl yürütme silsilesi sonucunda alındığı kabulü siyasi seçimlerin de bu şekilde yapıldığı kabulünü doğurmuştur. Bu teori aydınlanma felsefesinin insanı ve insan aklını fazlasıyla yücelten eğilimlerinin veya klasik Marksist düşüncenin ekonomiyi siyasi sistemin esas belirleyicisi olarak kabul etmesinin bir sonucu olarak şekillenmiş olabilir. Aklı ve insanı, skolastik düşünceye tepki olarak fazlaca yücelten aydınlanma felsefesinin de ekonomik değişkenlerin toplumsal belirleyiciliğine abartılı önem atfeden klasik Marksist düşüncenin de insan psikolojisine yeterince hâkim olmadığı söylenebilir. 

Rasyonel seçim teorisi psikoloji biliminin on yıllar içinde elde ettiği veriler karşısında son derece zayıf bir hale düşmüştür. Psikoloji alanındaki çalışmalar insanların bazı konulardaki görüşlerinin aslında tutarsız olduğunu, seçimleri konusunda aşırı emin bir tutum benimsediklerini, yeni bilgilerin sağlayabileceği yeniden değer biçme imkanlarına pek de sıcak bakmadıklarını, yetersiz verilerden doğrulanmamış bilgiler çıkarma eğilimi gösterdiklerini ve pek çok konuda seçimlerinin önyargılardan büyük ölçüde etkilendiğini göstermiştir. Siyaset psikolojisi alanındaki çalışmalar da özellikle oy verme davranışının kişinin dışarıdan görünen kendi menfaatleri ile nadiren yakın ilişki içinde olduğunu ortaya koymuştur. 

Rasyonellik sınırlıdır, ama ne kadar? 

Rasyonel seçim teorisinin gözlemlerle doğrulanmaması bu teorinin yeniden şekillendirilmesi ihtiyacını doğurmuş ve “sınırlandırılmış rasyonel seçim teorisi” adıyla yeni bir teori türevi ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre insanın seçimleri sınırlı biçimde rasyoneldir, çünkü bireysel ve bağlamsal farklılıklar rasyonelliği çeşitli şekillerde sınırlandırabilir. 

Mutlak akılcı bir karar verme süreci birey için oldukça zor olduğundan bireyin zihni bu zor görevi kolaylaştırmak için bazı yöntemlerden faydalanır. Mesela yeni bilgilerin seçici biçimde elemeye tabi tutulması zihinde ortaya çıkabilecek çelişkiyi gidermeye yarar. Kişi önceki bilgileriyle örtüşmeyen bilgiyi yok sayabilir veya önceki bilgileriyle örtüşecek biçimde yeni bilgiyi anlamsal olarak bükebilir. 

Karar verme görevini kolaylaştırmanın bir diğer yolu da kişinin ait hissettiği sosyal grubun kanaatlerini benimseyerek davranması olabilir. Grup kimliği siyasi kanaatlerin gelişmesinde ve sürmesinde önemli bir rol oynar. Özellikle marjinalize olmaktan çekinen ve grubun kabulüne daha çok ihtiyaç duyan kişilerde “uyma davranışı” içselleştirilir ve kimsenin görmediği bir kabinde yapılacak oy verme işinde bile bu içselleştirme belirleyici olabilir. Grup aidiyeti kişinin bireysel çıkarını geri planda tutmasını ve grubun çıkarını öne almasını da sağlayabilir. Böyle olduğunda dışarıdan bakan bir göz için kişinin seçimi kendi aleyhineymiş gibi görünebilir. Halbuki kişinin “kendince rasyonel” gerekçeleri vardır. 

Başkalarının kanaatlerinden yararlanmak ait olunan grubu aşıp toplumda önder vasfı olan veya hayran olunan, beğenilen kişilerin ortaya koyduğu fikirleri peşinen benimseme şeklinde de görülebilir. Mesela medya organlarında görülen tanınmış kişiler, gazeteciler, sanatçılar, bilim insanları kişinin seçimini belirlemesinde etkili olabilir. Bunlar ve benzeri bilişsel stratejiler bireyi detaylı bir muhakeme uğraşından kurtarır ve öznel olarak “yeterince iyi bir seçim” yaptıklarına inanmalarını sağlayabilir. 

Psikodinamik karar verme süreci

Sınırlandırılmış rasyonel seçim teorisinin de birtakım eksiklikleri vardır. Bu teori bireylerin gerekli bütün verilere sahip olmayıp, bazı kısa yollar kullanarak karar verdiklerini ima etmektedir, fakat yine de karar verme sürecini saf akılla ve bilinçli biçimde yapılan bir iş olarak görmektedir. Psikoloji alanındaki araştırmalar verdiğimiz kararlarda ve sergilediğimiz davranışlarda farkında olmadığımız zihinsel süreçlerin, yani bilinçdışı birtakım etkenlerin oldukça büyük bir etkisi olduğunu göstermektedir. Akıl dediğimiz meleke fizik kanunlarına göre işleyen ve aynı değişkenleri işleme aldığında her zaman aynı sonuca ulaşan bir makine değildir. Karar verme sürecinin bilinçli kısmında rol oynayan akıl, bilinçdışındaki anılardan, imgelerden ve devinimlerden sürekli olarak etkilenmektedir. Gözle görülen, akılla icra edilen bilinçli eylemin bileşenlerinin önemli bir kısmı bilinçdışı köklerden beslenir. Bilinçdışının bu etkisini hesaba kattığımız zaman “psikodinamik karar verme süreci” ismini verebileceğimiz bir yaklaşımın seçmen davranışını daha iyi açıklayabileceğini iddia edebiliriz. 

Psikodinamik yaklaşım, insanların yüz yüze tanışmadığı, huyunu suyunu bilmediği bir insan olan siyasi bir lidere nasıl yoğun bir sevgi duyabildiğini, ya da bir liderden nasıl nefret edebildiğini açıklayabilir. Neden bazı liderlere baba, dede, anne, abla, amca gibi sıfatlar yakıştırıldığını rasyonel veya sınırlandırılmış rasyonel seçim teorileriyle açıklamak pek mümkün değildir, ama psikodinamik yaklaşım bize bunu bir ölçüde açıklayabilir. Kişilerin siyasi liderleri, hayatlarında var olmuş bazı kişilerle veya idealleştirilmiş bazı rol kalıplarıyla özdeşleştirerek algılaması bu akrabalık sıfatlarının arkasında yatan neden olabilir. 

Belli bir partiye yönelik nefretin arkasında, nesilden nesile aktarılan birtakım hikayelerin, deneyimlerin, o hikayelerin içinde bulunmamış yeni nesillerin zihninde oluşturduğu korkutucu imajlar olabilir. Bu imajların diri tutulmasında siyasi propagandaların da etkisi olabilir. Kıtlık hikayelerini duya duya büyüyen bir genç, kendisi hiç kıtlık yaşamamış olmasına rağmen kıtlık tehdidinin etkisinde kalarak siyasi kararlar verebilir. 

Rasyonel ve sınırlandırılmış rasyonel karar verme teorilerinde bahsettiğimiz bilgi işleme süreçlerinde de bilinçdışının önemli etkisi vardır. Dışarıdan bakıldığında kişi kendi çıkarı aleyhine bir karar veriyor gibi görünse de onun iç dünyasında verdiği karar ona önemli bir getiri sağlayacak olabilir. Mesela dini inançlar bir partinin desteklenmesinde etkili olabilir ve kişi bu dünyada sıkıntı çekeceğini bilmesine rağmen öbür dünyada bu sıkıntının ödülünü alacağı düşüncesiyle bir seçim yapabilir. 

Güvenlik kaygısıyla yapılan seçimlerde de kaygının önemli bir rolü olabilir. Bu kaygı zaman zaman hayali düşmanların, zaman zaman gerçekliği ve gücü büyütülmüş düşmanların neden olduğu tehdit algısından beslenebilir. Mizaç itibariyle daha kaygılı olan kişilerin değişim konusundaki dirençleri de psikodinamik yaklaşımla açıklanabilir. 

Çoğaltılması mümkün olan bu örneklerin bize gösterdiği şey şudur: insanın karar verme süreci saf akılla ve tam bir bilinçlilikle cereyan eden bir süreç değildir. İnsan sadece aklıyla veya görünen ihtiyaçları ve görünen çıkarları doğrultusunda karar vermez. İnsan bütün varoluşuyla karar verir. Bu varoluş sabit kalan ve değişime dirençli olan birtakım kişilik özelliklerini içerdiği gibi, yoğun bir dinamizm gösteren dürtüleri, duygusal yatırımları, geçmiş deneyimlerin imgelerini, önceki nesillerden aktarılan hikayelerle şekillenen imgeleri, önyargıları, tutumları, maddi olduğu kadar manevi ihtiyaçları, kendisiyle, içinde yaşadığı ülke ve toplumla, geçmiş ve gelecekle ilgili tasavvurları ve bunlar gibi pek çok unsuru da içerir.

Varoluş ve karar süreçleri

İnsan zihninin bilinçli ve bilinçdışı bileşenleri de bir vakum içinde çalışmaz. İnsan daima diğer insanlarla etkileşim halindedir ve grup yaşantısı içindedir. Doğarken beraberinde getirdiği biyolojik kişilik bileşenlerinin üzerine yaşadıkça pek çok unsur daha eklenir. Zaman içinde yürütücü zihinsel bileşen olan ego gelişir, fakat çevre, eğitim, etkileşim, grup aidiyetleri, özdeşimler ve deneyimler aracılığıyla egoya etki eden başka zihin unsurları da oluşur. Mesela “kimlik hissi” bunlardan biridir. Kişinin “ben kimim?” sorusuna verdiği öznel yanıtların toplamı diyebileceğimiz kimlik, bireyin seçimlerinde hazır su yolları gibi işlev görebilir. Dünyadan gelen veri yığını bu su yolunu izleyerek egoyu yönlendirebilir. İnsanın genel olarak hayata ve özel olarak kendi hayatına verdiği anlam ve kendisiyle ilgili zihinsel temsillerinden oluşan “kendilik” (self) de varoluşun önemli bir bileşenidir. Kendilik insanın içinde yaşadığı evreni ve kendisini algılamasına yarayan bir göz gibidir ve bu gözle o kişinin ne gördüğü, bizim dışarıdan baktığımızda gördüğümüz manzaradan çok farklı olabilir. Biz bir kişinin suya ihtiyacı olduğunu düşünebiliriz ve bu düşüncemizde haklı ve somut kanıtlarımız da vardır, fakat o kişi böyle bir ihtiyaç hissetmiyor olabilir. Onun duyduğu ihtiyaç doğrudan onun kendiliğiyle ilgilidir. Ateşi yükselmiş bir kişiye göre hava çok sıcak olabilir, fakat onun sıcaklık algısı somut bir ölçümle ilgili değildir. İşte bu, kendiliğin dünyayı algılama ve yorumlamadaki önemini gösteren somut bir örnektir. 

İnsanın öznel varoluşuna dair teorik bilgiler ve pratikten beslenen veriler olmaksızın bireyin siyasi davranışına dair yapılacak analizlerin aşırı genellemeci ve daima eksik, hatta hatalı olabileceğini söyleyebiliriz. İnsanın varoluşsal yönünü ve psikodinamik zihin işleyişini siyasi analizlere dahil etmek anlaşılmaz gibi görünen pek çok olayı, olguyu ve davranışı anlamayı kolaylaştıracaktır.   

İnsanın varoluşunun hiçbir zaman tamamlanmış bir iş olmadığını, varoluşun sürekli inşa halinde olduğunu ve insanın hem kendi dünyasını inşa ettiğini hem de içinde yaşadığı dünyaya bir ölçüde etki ettiğini akılda tutmak gerekir. Varoluşun bu dinamik yönü yeniliğin, gelişimin ve dönüşümün daima mümkün olduğunu da göstermektedir. 


*Yazılar yazarın sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 344 times, 1 visit(s) today

Close