Elimde olsa, bu yazının başlığını “Sol Liberalizm Neden Yok Edilmeli?” koyardım. Ancak sol liberalizmin her alandaki kılcallara sızmış ve alternatif bir görüşü aşağılayan, kötüleyen ya da bastıran fakat neredeyse hiç görünmeyen linç kültürüne karşı henüz fazla dayanak yok. Durum tespitine bu açıdan yaklaşmak elbette fayda sağlayacaktır fakat Türkiye’nin yıllarını çalan korkunç bir paradigmanın ifşasını da sürekli gündemde tutmak ve bunu toplumun her kesimine aşılamak için ciddi çaba sarf etmek gerekiyor. Belki de on yıl önce kendi başına bırakıldığında makul bir çerçevede düşünebilen, ülkesine sahip çıkan bilinçli insanlardan nasıl robotik ve tek tip robotlar yarattıklarını, üstelik bunların art niyet seviyesinin nasıl uçlarda olduğunu görünce gereken çabanın fazlalığı da ortaya çıkıyor. Burada bahsedilen elbette iktidara oy veren ya da o çerçevede konumlanmış geniş kitleler değil. Zira bu kitlelerin tutundukları dayanakların, az önce bahsettiğim robotlardan daha gerçekçi ve samimi olduğu görülüyor. Her seçim aynı teraneye inanan; Beşiktaş’taki, Kadıköy’deki sandıkların sisteme girilmediğini her platformda dile getiren sürüyü güdenleri iyi algılamak gerekiyor.
Türkiye’de siyasi analizlere dair en sorunlu alanlardan biri, bireysel ve toplumsal dönüşümü idrak edememe noktasında yaşanıyor. Açıkçası muhalefetin son seçimi kaybetmesinde de bunu anlayamama ve yalnızca matematiğe dayanan bir formülün dayatılması etkili oldu. Yine başka bir örnek olarak; bütün analizler Türkiye’de hala “merkez” bir seçmen kalmış gibi “merkez sağ” parti ihtiyacını dile getiren muğlak yorumların esir aldığı bir çerçeveye hapsediliyor. Buna karşı bir dönüşümün yaşandığı da muhakkak. Fakat dönüşümün asıl unsurunun muhalif seçmen olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Başta televizyon yayınları ve sosyal medyadaki sol liberal saldırı hattı olmak üzere uzun yıllardır hegemonyasını sürdüren bir tür dayatmacılık, zihinsel bir kırılmayla kendisine söylenen herhangi bir alternatife karşı şiddetle karşı koyacak kadar gözü dönmüş bir sürü yarattı. Türkiye’de sürekli radikalleşmeden, kutuplaşmadan ve popülizmden şikayet edenler, popülizm bataklığına kendi sürülerini de katarak sürekli arkalarında duracak fanatikler yarattı. Kutuplaşmaya karşı olunduğunu ifade eden her beyan yeni kutuplaşma alanlarını ve kutuplaşanları meydana getirdi.[1] Şikayetçiler, bunları her geçen gün sağarken de kendi ajandalarını uyguladı ve özellikle muhalefet alanında egemen olan bir anlayış yarattı. Fakat “Toplumu hor gören laik/ulusalcı” modelinin karşısına inşa edilen “Toplumla barışık, birleştirici ve katılımcı” modelin, asıl üsttenci ve benbilirimci motivasyona sahip, demokrasinin herhangi bir zerresine itibar etmeyen özelliklere sahip olduğu görülüyor. Ancak bunun anlaşılması henüz gerçekleşmedi. Bunun anlaşılması için bu modelin temsilcisi Kılıçdaroğlu’nun da daha fazla ifşa edilmesi gerekiyor. Bu noktadan Kılıçdaroğlu için şu yorumu yapmak mümkün: Sürüyü güdenlerden biri olarak, sol liberaller ve liberal muhafazakarlarla kurduğu ittifakı bozmaya hiç niyeti yok. Sessiz ve sakin duruşunun altında yatan ve her türlü entrikaya müsait yapısı, yarattığı illüzyonla sürüyü gütme hevesini koruyor.
Sürüye katılmak istemeyenlere yönelik alternatifler
14 ve 28 Mayıs’taki seçim yenilgilerine rağmen bütün sistemi kurgulayan sol liberal paradigmanın hakimiyeti devam ediyor. Yıllarca medya başta olmak üzere her türlü iletişim ve düşünce kanalı üzerinde ciddi bir hegemonya kuran ve bunu her geçen gün genişleten bu çarpık yapının övdüğü her şey zaman içinde yüceltilirken yerdiği her şeye karşı ciddi bir linç kampanyası yürütülüyor. Özellikle seçim sürecinde bazı muhalif aktörlerin başına gelenler incelendiğinde, perde arkasında karanlık bir koalisyonun yer aldığı ve temelini sol liberalizmin oluşturduğu yapının estirdiği terör de daha net ortaya çıkacaktır. Bu organize ağın ifşası, sürüye katılmamak için ciddi bir başlangıç noktası olabilir. Fakat bunu yaptığınızda her türlü saldırıya ve çok yönlü, sistematik linç girişimlere de hazır olmanız gerekiyor. Zira bu yolda “sağcı” olarak suçlanmak, “güvenilmez faşist” olarak yaftalanmak, “iktidarla iş birliği” dedikodusuyla itibarsızlaştırılmaya çalışılmak gibi her türlü etik dışı söylemle karşılaşabiliyorsunuz. Onlar gibi olmadığınız, onların düşündüğünü düşünmediğiniz için aşağılanıyorsunuz. Her şeyin en iyisini bilen şövalye burunluların her gün televizyonlarda, gazetelerde dile getirdiklerini takip etmeye, bunları amentü gibi benimsemeye zorlanıyorsunuz. En kötüsü, bütün bu dayatma ve zorlama süreci asla doğrudan gerçekleşmiyor, zehir yavaş yavaş bünyeye zerk ediliyor. Maalesef bir kısım iyi niyetli de bunlardan bir takdir ya da alkış beklemek için sıraya giriyor. “Cici Aydın” olmak için bu kadar uğraşmaya gerek yok, onlar ağına düşürdükleri herkese zaten gerekli muameleyi yapıyor.
Sol liberalizmin araçlarından kaçınmak, bunları reddetmek ve bunlarla mücadele etmek, apayrı aşamalar gibi olsa da en kıymetli başlangıç olacaktır. Çok düz bir indirgemecilik olarak yorumlanabilir ancak bu ihtimali artık dile getirmek gerekiyor: Bu araçların kötülediği her şeyi çok iyi irdelemek gerekiyor. Örneğin yıllarca “sağcılık” üzerine yaratılan olumsuz algıların mimarları ve bunların ideolojik hezeyanlarla yarattıkları algılar düşünüldüğünde parçaların bir araya geldiğini görüyorsunuz. Okumak, takip etmek, irdelemek keyifli bir entelektüel deneyim olsa da analizi ve yaklaşımı bu temele oturtmak ciddi hatalara götürüyor. Örneğin Süleyman Demirel’i kendi söyledikleriyle, kendi bağlamında değerlendirmek mi yoksa bir sol liberalin kaleminden okumak ve her ikisinden birini seçerek değerlendirme yapmak mı? Birincisini tercih etmek artık kendisini düşünsel anlamda korumak ve bu ülke için bir şeyler yapmak isteyen herkese düşen bir vazife gibi duruyor. Zira ortada düşünsel bir yanılgı, stratejik bir hatadan çok kapsamlı ve organize bir kötülük söz konusu gibi gözüküyor. Anketçisinden yayıncısına, gazetecisinden editörüne, akademisyeninden siyasetçisine kadar sol liberalizmle ve liberal muhafazakârlıkla temaslı bütün aktörlere şüpheyle yaklaşmak şu an en doğru ve ciddi konumlanma olarak değerlendirilebilir.
[1] Bir toplumda sürekli, yüksek sesle ve farklı kesimlerden dile getirilen kutuplaşma olduğuna ya da olmadığına dair beyanlar, ciddi bir kırılmanın çoktan yaşandığını ve toplumun da bu kırılmaya alışık bir şekilde yaşamını sürdürdüğünü gösteriyor olabilir. Türkiye’de kutuplaşmanın sanki son 20 yılda ortaya çıkmış ve bunun mutlaka ortadan kaldırılması gereken bir unsur olduğuna dair anlatının arka planında da sol liberal araçların olduğu muhtemeldir.
*Yazılar yazarın sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.