9:38 am Siyaset, Tamer Sağcan

Yeni Devrim, Yeni Özgürlük, Eski İsyan

Tüm insan ve hayvanların hayatı kutsal iken muhalifseniz, suskunsanız sizinki kutsal değil. Çünkü dünyadaki bütün olumsuzluklar sizin suçunuz. Muhtemelen et yediğiniz için gizlice hayvan da tekmeliyor, kadınlarla çocuklara saldırıyor, doğayı talan ediyorsunuz. Çünkü hiçbir ideolojik kliğe dahil olmadan var olmanız mümkün değil. Ya onlardansınız ya toprağın. Giyotindeki kendi kafaları olmadığı müddetçe, keskin bıçağın kaç kez inip kalktığı önemsiz. Tam da bu temelsiz özgüvenleri sebebiyle zorla dahil edilmeye çalışıldığı bir sisteme isyan edenlerden biri olarak tüm muhataplara Danton’un sözlerini hatırlatmak isterim: “Devrim Satürn gibidir, kendi çocuklarını yer.”

Bazen kendimizi aynı şeyleri yıllardır tekrar ederken buluruz. Benim için bu hep sistem eleştirileri noktasında “sistem” lafzının içeriğine mazhar olamamakla sonuçlanırdı. İdeolojik anlamda savunmaya geçtiğimizde kendi zümrelerimiz bu sistemin içinde yer almaz. İçi boşaltılmış bir sözde ahlak probleminin ortasında olduğumuz için benzerlerin bir araya geldiği en ufak kabileden en kalabalık ideolojik ailelere kadar hiçbir ayrım olmaksızın aynı şeyi yaşarız. Zümremizden, bizden olduğunu düşündüğümüz müddetçe birinin işlediği suçları, yaptığı hataları, hırsızlığını, ahlaksızlığını hatta ihanetini bile görmezden gelebiliriz.

Bütün bunların ardından beylik laflarla durumumuzu açıklamak istersek, Türkiye’de isyan kültürü yok diyebiliriz. Sokak hareketleri kontrollü muhalefete evrilmiştir diyebiliriz. Dünya değişiyor ve buna ayak uydurup uydurmayacağımıza karar vermeye çalışıyoruz diyebiliriz. Pek çok şey söylenebilir ancak wokeizm/uyanışçılık dahil mevcut sistemi değiştirmeye çalışan bir isyan var mı sorusuna verebileceğimiz bir cevap yoktur. İsyanın ve isyancının ne olduğunu pek fazla anlayamadığımızı düşünüyorum. Özellikle basmakalıp siyasi mesellerle bağdaştırılan “devrim” kelimesinin tanımı, içeriği ve kullanımı itibarıyla ortada ciddi bir sakillik olduğunu belirlemek lazım.

Güncel tartışmaların ortasında tarafların birbirlerine karşı kullandığı argümanlar üzerinden ilerlemeyi tavsiye ediyorum. Solcular veya sol liberaller zaten sözde “uyanış” denen ideolojinin teknesine kavramın doğuşundan önce binmiş durumdalardı. Birkaç haysiyetli düşünürün dışında etraflarında olup biten her şeyi bir “devrim” kisvesi altında anlamlandırmak onlar için kolay kabul edilebilir hale gelmiş durumda.

Olimpiyat açılış töreninde gördüklerini yorumlayarak dünyada bir devrim yaşandığını, özgürlüğün “tekrar” Fransa’dan dünyaya yayılacağını kabul etmeye hazırlar. İnsanların tercihinin baskılandığı değil, insanların tercihlerinin başka insanları baskılamaya çalıştığı bir durumun varlığını idrak edemiyorlar.

Herhangi birinin tercihi hakkında yorum yapmamak artık yeterli görülmüyor, özellikle yukarıda sınırlarını çizmeye çalışmadan genel bir ifadeyle “sol liberal” perde altında toparladığım insanlar tarafından. Olimpiyat açılış törenlerini veya transseksüel bir yüzücünün kadın statüsünde yarışmasının yaratabileceği eşitsizlikleri vurgularsanız zaten bir şekilde ırkçı, faşist, cahil, Trumpçı gibi pek çok kavrama indirgenebiliyorsunuz. Ancak hiçbir yorumda bulunmadığınız zaman da bu kavramlardan herhangi birisi size yapıştırılabiliyor. Halbuki genel mesele ne yapıldığından daha çok, neden yapıldığı, insanların buna odaklanması gerekliliği kendisini net bir şekilde göstermesine rağmen.

Wokeizm soslu bir gösteriyi izlemek istememeniz, bundan bahsetmeseniz bile sizin suçunuz olabilir ve yeterince aydınlanmamış olabilirsiniz. Bu hal biraz da “Porno Her Yerde” yazısında vurguladığım tekno-şizoid insan profiliyle uyuşuyor. Çünkü sadece söylediklerimiz ve yaptıklarımızla değil, söylemediklerimiz ve yapmadıklarımızla da sorumluyuz büyük bir güruha göre. Onları kırabiliyor, ideolojilerini görmezden gelebiliyor veya hiçbir şey yapamıyorsak aşırı sağcı Trump taraftarlarının ekmeğine yağ sürebiliyoruz.

Aynı döngüyü mevcut iktidarın değirmenine su taşıyarak yapmış suskunlar da vardı. Özneler değişse de insanların susması, gözlerini kapaması artık makbul değil. Enfokrasiye, dijital muhbir/muhabirliğe yakışacak şekilde kendimizi apaçık insanlara göstermek zorundayız. Her konuda yorum yapmalıyız. Görünür olmalıyız. Zaten devrimci değilsek gülmeyen, kitap okumayan, düşünmeyen insanlar olmamız kaçınılmaz.

İdeolojinin geçmiş perspektifine bakarsak gülmek, kitap okumak, düşünmek devrimci bir eylemdir. Fakat bunca devrimciliğin ortasında algılanamayan asıl mesele; sistemin, baskının ve otoritenin sorunun ta kendisi olduğudur. Yıllarca sol kültürün beslendiği sokak hareketleri günümüzde marjinalleştirilmiş, etkisizleştirilmiş, amaçsızlaştırılmış, bir muhalif aksiyona indirgenmişse de etkisi fark edilmemektedir. Toplumda ve bireyde karşılığı olmayan anlamsız şiddet eylemlerine dönüşmüştür.

Buna karşın örneğin, bir ana muhalefet partisi milletvekili, sokak hayvanları yasasının çıkmasını engellemek için herkesi sokağa, gerekirse alenen çatışmaya davet edebilir. Halbuki ülkemizin son yıllarda siyasi, iktisadi, hukuki anlamda maruz kaldığı eşitsizlik, adaletsizlik, izansızlık sarmalından çıkabilmesi adına insanları sokağa, çatışmak için değil, haklarını savunmak için eylem yapmaya davet eden hiçbir siyasinin talepte bulunduğuna şahit olamamışken. Sokak hayvanlarıyla ilgili yasa meselesinin hiçbir tarafında bulunmadığı için kadın, çocuk ve doğaya da düşman ilan edildiğinden habersiz bir topluluk, çocukların tarikat yurtlarında ırzına geçildiği için sokağa davet edilmediklerini hatırlayabilir mi?

Uyanışçılık diye Türkçeleştirebileceğimiz kof tekno şizoizmin insanlara sunabileceği çözümler bunlardır. Bir yandan sosyal medyada sokak köpekleri kaynaklı ölümlerin diğer ölümlere göre çok az olduğunu söyleyebilir, öte yandan onlar için gerekirse otoriteyle çatışmayı göze almanızı, şiddet sergilemenizi isteyebilirler. Hasılı mesele, yasal değişiklik gerektirmeyecek kadar önemsiz gösterilmeye çalışılırken sokakta anarşi yaratmayı gerekli addedecek kadar mühimmiş gibi gösterilebilir. Çelişkinin içerisinde ehvenişerle evleviyet arasında hayalî bir mücadele ortamı yaratılmasında sakınca görülmemektedir.

Yapay hassasiyetlerin en önemli sebebi, dijital faşizmin bizlere dayattığı erdem sinyalciliğinden kaynaklanmaktadır. Bu her cenahın en derin sorunlarından biri olan “Susuyorsan bizden değilsin”, “Susuyorsan onlardansın” fikriyatının temelini oluşturur. Eylemsizlik, nötr olmak, karışmamak yeni toplumun sevmediği şeylerdir. Performansın kutsandığı günümüzde, gözlerini kapatıp vazifesini yapmaya devam edenler mevcut sistem için en tehlikelilerdir çünkü.

Herkesin oyalandığıyla oyalanmayan “büyük birader”in “büyük ailesi”nden olamaz. Sağcılar, solcular, devrimciler, İslamcılar, muhafazakârlar, onlar, bunlar, şunlar fark etmeksizin herkesin dahil olabileceği büyük küresel neoliberal aileden bahsediyorum. Neoliberalizmin bayraktarlığını yaptığı uyanışçı ahlak, başkaldıranları değil bu -izmcileri, başta da devrimcileri kutsar.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de uyanışçılığın mihmandarlığını günümüzün sol liberal ideolojisi sahipleniyor. Sınıf temelli siyaset argümanları üzerine kurulmuş “ortodoks sol” ile ismen bağlantıları olsa da kimlik siyasetine geçişle cismani anlamda tüm etik bağlarını kopartmaya meyilli bu nevzuhur ideolojinin kendi kökleri ve tarihine nasıl ihanet ettiğini hatırlayarak başlayabiliriz.

Pandemi döneminde “devletin durup dururken bedava verdiği” şeylerden uzak durmayı, onları reddetmeyi fikrî bir arka plan haline getirmiş solcular, aşı sıralarında ölmemek için dizilip salgın, salgınla baş etme yöntemi gibi konularda fikirlerini beyan edenlere, salgın bahane edilerek oluşturulan baskıcı uygulamalara ve hatta yasal gasplara karşı çıkmadıkları gibi, karşı çıkanları cehaletle ve komploculukla suçlamışlardı. Mesele çoğunlukla yaratılmış bir “öteki” ile savaşma kurgusu üzerindeydi. Üçüncü, dördüncü, beşinci ihtimaller yoktu. Hâlâ da yoktur gerçi.

Uygulanagelmiş ve pek çoğumuzun mantığını bildiği için kabul ettiği, geçmişi bilimsel çalışmaların sonuçlarına dayanan aşı uygulamalarıyla, Kovid-19 aşılarının hızlı gelişimini görmezden gelip aşıları aynı satıhta değerlendirmiş hatta onların bağnazca tepkileri yüzünden toplum sağlığında kritik sorunlara sebep olabilecek toplumsal bir resesyonu tetiklemişlerdi. Türk siyasi dinamiklerinden çok fazla anlamayan bir güruhun ısrarlı karalama, hakaret hatta devletin bu gruplar üzerinde daha fazla baskı oluşturması için yöneltilmiş tehditleriyle, bir grup insan tamamen rijit tepkiler vermeye başlayarak çocuklarını rutin aşılamaya bile götürmeyerek hatalı, tepkisel bir reaksiyon vermişlerdi. Ki bu reaksiyonun sonuçlarını da sağlık sistemimizde gittikçe artan bir şiddetle görmeye devam ediyoruz.

İdeolojik birikimleri “göbeğini kaşıyan adam”dan öteye gidemeyen insanların son yerel seçim sonuçlarını okumasındaki arıza ve hatta sanki memlekette bir demokrasi varmış gibi kendi taraftarlarının demokratik haklarının talebi için gösterdikleri ikircikli tutumun, cahil sanılan toplulukta ciddi bir karşılığı olduğunu bir türlü anlamak istemediler.

Türk toplumunun sürekli bir aşağılık kompleksi içerisinde yaşamasının en mühim sebeplerinden birisi, belirli bir ideolojik cenahın kendisi gibi düşünmeyenleri yaftalama zevkinin neticesidir. Söz konusu kendi zümreleri olduğunda biteviye saygı talep eden; ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, bireysel hak ve hürriyetlerin yasal koruma altında olduğunu vurgulayanlar, mevzubahis başkaları olduğunda hepsini rafa kaldırabilir. Yetmeyip kısıtlanan hakları için talepte bulunanları veya kendi özgürlüğü ihlal edildiği için isyan edenleri basmakalıp ifadelerle suçlayabilirler. Muhataplarını zalimlikle suçlayanların intikam duyguları tatmin olduğunda gösterdikleri mizahi tavır, mezalimin ne olduğu konusunda aydınlatıcıdır.

Özgürlük kavramının yasalar, toplumsal dinamikler göz ardı edilerek sınırsızlığından dem vurmak, bir analiz ve yorumlama hatasıdır. Fakat şu talihe bakın ki yasalarla belirlenmiş haklar; yönetmelikler ve kararnamelerle baskılanıp insanlara para cezaları kesilirken altmış yaş üstü insanlar tabir caizse sokakta avlanırken ve herkes sorumluluğu kendi üzerinden alıp tüm olumsuzlukları idareye yüklerken bu sınırsız özgürlüğün “ö”sü bile okunmuyordu sayfalar tutacak sosyal medya iletilerinde.

Pornografik bir şekilde şeffaflaşmış bireylerin artık birbirlerinin ne dediklerini anlamak gibi bir dertlerinin kalmamasının da bunda payı var. Gözlerimizi kapatıp odaklanmak, yavaşlamak istediğimizde bu isteğimizi ilk baltalayan, ceplerimizde taşıdığımız hapishanemizin bildirimleri oluyor.

Günümüze gelince pandemi dönemi uygulamalarının mahkemelere taşındığı, aşı uygulamalarıyla bazı sağlık sorunları arasında korelasyon olabileceğine dair tıbbi uzmanların görüşleri, aşı meselesinin yanlış yönetildiği hususundaki sözde itiraflar, ölüm korkusu uğruna temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması hatta ortadan kaldırılmasına rıza gösterenler için bir anlam ifade etmiyor.

Yıllarca burjuvaziye karşı mücadele argümanları kullananlar için sermayenin göstere göstere el değiştirmesi, pandemi uygulamalarının ardından küresel çapta ekonomik krizlerin tetiklenip ülkelerde enflasyon patlamaları yaşanması da görmezden geliniyor.

Taksim Gezi Parkı eylemlerinde sol yumruk ve zafer işaretleri yanında bozkurt işareti gördüklerinde “birlik, beraberlik” mesajlarıyla bunları paylaşanların, aradan yıllar geçmesiyle bir millî futbolcunun uluslararası bir turnuvada bu sembolü kullanması üzerine sergilenen tepkiler, elbette pandemi karnesinin yanında pek mühim değil. Zira ideolojik argümanların basmakalıplığını vurgulamıştık. “Okumuş bir ideolojik kanat” karşısında “cahil, kendini bilmez, ırkçı, faşist, komplo kurbanı” insanlar.

Buna tek başına sol demek ne kadar hakkaniyetli, bilemiyorum. Zira böylesi genelleyici tavır, karşısındakini doğrudan Elon Musk tarafından yönlendirilen Trumpçı aşırı sağcı (alt-right) Amerikan köylüsüyle, küresel bir solculuk (left) anlayışını kıyaslamaktan farksız. Fakat uyanışçı ideolojinin özgürlük, devrim sloganları üzerinde mutabakatıyla, olguyu sahiplenen göz önündeki siyasi ve sosyal isimlerin varlığı bizi buna mecburen itiyor.

Daha ilginç olanıysa “woke kültürü istemediğini” beyan edenler üzerinden toplumun umursamayan büyük çoğunluğuna gericilik atfedenler. Yeni ilerici uyanışçı, eski sol liberaller sürekli bir kavga hali içerisinde varlık sahası bulmaya çalışıyorlar. Görüşlerine karşı argüman sunulsa da sunulmasa da hoşlarına gitmeyen cevapların sahiplerine aşağılamalar dışında getirilebilen makul hiçbir izah yok.

Sokak köpeklerinin hepsinin barınaklara konması için 960 milyar Türk lirası ödenmesi gerektiğini biliyorlar fakat ekonomik krizden bunalmış vatandaşın neden bu paranın devlet kasasından ödenmesine rıza göstermesi gerektiğini makul sebeplerle izah edemiyorlar. Bunu neden ödemek zorundayız diye sorarsanız da malum, vay halinize.

Çözüm üretmesi gereken taraflar; iktidar, muhalefet, sivil toplum kuruluşları olmalıyken çözüm üretemeyen vatandaşa yekten “bu yasayı kabul ettiğiniz için hepiniz köpek katilisiniz” diyebiliyorlar. Öbür yanda muhakkak komplo teorileriyle bunları yorumlayanlar, hayvan katlinden zevk alabilecek olanlar veya ırkçı, aşırı sağcı klikler de mevcut. Peki, bu neden hakikati konuşmamamız ve rahatsız olduğumuz şeylere susmamız zorunluluğunu beraberinde getiriyor? Hiç mi aklı başında insan kalmadı toplumda?

İnsan, fikrî matematiğinde “savunduğumu savunmuyorsan x partisini, kişisini savunuyorsun” görüşünü benimseyip “ya sev ya terk et” söylemini ırkçı ve faşist buluyorsa büyük bir dilemmanın kucağında olduğunu fark edemiyor demektir. Eleştirdiğine dönüşmek budur. Bağnazlık, tarafsızı bu yüzden seçemez. Çünkü “öteki”yle mücadele edemediği hiçbir savaşı kazanamayacağını bilir.

Yoğun tartışma ortamında, mevcut yasayı aynı iktidarın çıkartıp günümüzdeki sorunun bu hale ulaşmasındaki payını görmek istemeyen veya doğrudan “çocuklarınızı iktidar öldürdü” diyenlerin arzuladığı “öteki” çocuğunu kaybetmiş bir ebeveyn olabilir. Zira burada suçlama yaparken dahi siyaseten muhalefete ait belediyelerinin sorumluluk sahasında gerekli işlemleri yapmamalarını görmezden gelmek zorundadırlar. İntikam kültürü dediğimiz şey böyle zamanlarda daha güçlü bir şekilde kendisine mana bulur. Neyse ki biz uyanışçı ideolojiden çok önce bu saçma kültürel çelişkiyi Ergenekon ve Balyoz Davaları, “yetmez ama evetler, kozmik odalar, kandırılma olayları ve benzerlerinde yaşamıştık.

Onca yıl geçmesine rağmen elbise değiştiren ve fakat aynı kalan bu tavırdaki hakikat nedir? Faşizmle suçlayanlar gücü ellerine almak ve güçlendiklerinde kendileriyle ayrı gördükleri tüm insanların üstlerini çizmek, onlarla hesaplaşmak mı istiyorlar? Evet.

Misal, siyasi söylemini devrim programı olarak belirlemiş bir partinin milletvekilinin kendince sınırlarını kısmen çizmeye çalıştığı bir hesaplaşma bu. Sünni, Türk, yaşlı ve zenginlerle hesaplaşacaklarını söyleyen Sera Kadıgil’den bahsediyorum. Kendisinin sokak hayvanları yasasıyla ilgili tartışmalardaki tahrik odaklı siyaseti pek de tesadüf değildir. Ne demiştik; gülmek, ağlamak, okumak, yazmak bunların hepsi yeri geldiğinde devrimci eylemlerdir. Hatta konjonktür gerektirirse dönüp “Atatürk de devrimciydi” diyebiliriz. Maksat hasıl olmalı. Ne de olsa herkesin meşrebince pek çok şey mübah, eğer ki başkaldırı ve devrim arasındaki farkı anlayamıyorsak.

Atatürk hakkında bir sınıflandırma ve tanımlama yarışması içerisinde olmamak kaydıyla işbu yazının sahibi ülkemizin kurucusunun bir isyankâr, başkaldıran olduğu fikrindedir. Zira uygarlık bir isyanla başlar. Bizi insan kılanın ölüm olduğu, ölümlülüğümüz gerçeğinin de isyanımız ve uygarlığı yaratışımızla yakından bağlantılı olduğunu[1] dikkate almalıyız. Yaratıcılığın ölümsüzlüğe duyduğumuz arzu ve tanrıyla bir cenge girişmemizle[2] ilgisinde olduğu gibi.

Elbette bir uyanışçının bu aşamada yazının sahibini dine veya tanrıya inanan bir bağnaz olarak kodlaması kaçınılmazdır. Uygarlığın sembollerle, mitlerle izah edilegelmesi kimileri için yabancı bir kavramdır. Tıpkı dijital teknolojiden önceki toplumların ilkel, gelişmemiş varlıklar olduğuna dair temelsiz bir ön kabule dayanır bu.

Başkaldıranın devrimciye kökten muhalif olduğu unutulmamalıdır. Çünkü devrimin temelinde karşı çıkılan şey, genel anlamda otorite ya da baskı değil, hükümetin ya da yöneticinin herhangi bir vasıtayla değiştirilmesi ve yerine devrimci bir yönetimin geçmesidir. Yönetim ele geçirildiğinde otorite olmaktan veya baskı kurmaktan geri durulmayacağına dair pek çok örneğe siyasi tarihte rastlanabilir. Devrimcinin, isyankârın aksine içerisinde bulunduğu topluma ihtiyacı yoktur. Onu besleyecek, ihtiyaçlarını karşılayacak, potansiyelini gerçekleştirecek toplumu benimseyip kısıtlamalar, baskılar, otorite ve özünde sisteme isyan edenlerden farkları budur.

Temel amaçlarından biri gücü kontrol altına almak olan devrimciyle başkaldıranın bir diğer farkı köle ve efendi meselesinde ortaya çıkar. Başkaldıranın güç elde etme arzusu yoktur. Çünkü onu kullanabilecek yeteneği yoktur. Sahibini öldüren köleyi hatırlayalım. Asıl maksadı efendi olmaktır.  Sahibini öldürdükten sonra onun yerini alarak daha sonraki devrimciler tarafından öldürülebilecektir. Ancak isyan eden, eğer isyanı başarıya ulaşırsa, sahibini de köle sahibi olma haysiyetsizliğinden kurtaracaktır.[3]

Teori, kendisini Kadıgil’in cümlelerinde rahatlıkla ispatlamaya mukadderdir. Esasen kendisi veya ailesi ezilmiş proleter değil de burjuva olanların zenginlerle hesaplaşacağını söylemesi kara mizahtan hoşlananlar için eğlenceli bile kaçabilir.

Devrimin, insanı dijital terörizme, yapay zekâya teslim eden bürokratik eğilimlerle savaşmak gibi bir programı yoktur. İnsan haysiyetinden bu kadar sık bahsedilirken devrimin aradığı “haysiyet” devrimcilerin yaşam hakları dışındakileri kapsar.

İnsanı insanlıktan çıkaran, küçük düşüren, şeffaflaştırıp görünmez hale getiren sistemle sorunu olanlar, isyan edenlerdir. O yüzdendir ki bir başkaldıran, diyalektik etkileşime uygun şekilde otoriteye veya kültüre isyan ederken bir yönüyle onlara ihtiyaç duyduğunu da bilir ve onları yok etmeye çalışmaz. Daha ziyade amacı yerleşik kalıplaşmış yasalar ve düzeni, yani sistemi sarsmaktır. Aksi halde toplum hangi ideolojiyle sarmalandıysa o renkte bir sıkıntı ve donuklukla çevrelenir. Tıpkı son günlerde yaşadıklarımız gibi.

İsa’nın Son Akşam Yemeği tablosundaki devrimci “drag queen”ler ve özgürlük hareketlerinin yine Fransa’dan başlamış olması gibi plastik gündemler mesela. Devrim, özgürlük çığlığı atanlar, Marie Antoinette üzerinden sahnelenen mesajın üzerinde, eşcinsellik ve transhümanizm mesajı üzerinde durdukları kadar durmuyorlar.

Fransız Devrimi’nin dünyaya hediye ettiği en önemli idam araçlarından birini, “giyotini” görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Ne ilginçtir ki pek çoğu, kesilen kafanın kendisininki olmayacağı hülyasında. İki ay sonra kabul edemeyecekleri bir olguyla karşılaştıklarında neler olabileceğini bilseler de bilmezden geliyorlar. Bugün eleştirip kınadıkları insanların fikirlerini, kâh irticacı gazetelerle kâh şovmen aşırı siyasetçilerle kıyaslayarak kendi ideolojilerini paklama derdindeler. Ve fakat… Kendileri de her an bu yaftalardan biriyle taçlanabilirler.

Uyanışçılık/wokeizm, özgürlüğü peşi sıra getirdiğine inanılan bir devrimden farksız bu insanlar için. Onu bir devrim olarak isimlendirmeseler de fikirleri, pratikleri onu yeni bir devrim gibi sahiplenmeyi arzuladıklarını gösteriyor. Eğer onların ideolojisinin bir parçasını dahi beğenmiyorsanız ırkçı Naziler, pisliklersiniz ve hakkınız aslında giyotin. Elbette ABD kongresinde Netenyahu alkışlanırken Filistin’de yaşayanların insan olduğunu hatırlamaları neoliberaller ve uyanışçılar için yeterlidir. Ancak küreselciler başkaldıranın “öteki” olamadığı için muhalifleri olması gerektiği bu hayalî paradigmada bu ayrıcalığı sadece kendilerine tanımaktadır.

Tüm insan ve hayvanların hayatı kutsal iken muhalifseniz, suskunsanız sizinki kutsal değil. Çünkü dünyadaki bütün olumsuzluklar sizin suçunuz. Muhtemelen et yediğiniz için gizlice hayvan da tekmeliyor, kadınlarla çocuklara saldırıyor, doğayı talan ediyorsunuz. Çünkü hiçbir ideolojik kliğe dahil olmadan var olmanız mümkün değil. Ya onlardansınız ya toprağın. Giyotindeki kendi kafaları olmadığı müddetçe, keskin bıçağın kaç kez inip kalktığı önemsiz. Tam da bu temelsiz özgüvenleri sebebiyle zorla dahil edilmeye çalışıldığı bir sisteme isyan edenlerden biri olarak tüm muhataplara Danton’un sözlerini hatırlatmak isterim:

“Devrim Satürn[4] gibidir, kendi çocuklarını yer.”


[1] Rollo May – Güç ve Masumiyet, Okuyan Us Yayınları, Sf. 245

[2] Rollo May – Yaratma Cesareti, Metis Yayınları Sf. 62

[3] Rollo May – Güç ve Masumiyet Sf. 244

[4] Satürn: Roma mitolojisinde Kronos’un karşılığı olan tanrı. Bilindiği üzere Kronos doğduğu anda bütün çocuklarını yer.

*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

** Bu yazıya şu şekilde atıf verebilirsiniz:

(Yayın Tarihi: 2 Ağustos 2024).

***Bu yazıyı PDF olarak indirebilirsiniz:

Visited 59 times, 1 visit(s) today

Close