‘‘Jurnalcilik’’ veyahut halk arasındaki tabiri ile ‘‘jurnal etmek’’, bir kişi veya grup hakkında yetkili mercilere gönderilen, ‘‘kötüleme’’ ve ‘‘şikayet’’ üslubu içeren yazılara verilen isimdir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden itibaren Türk insanının hayatına etki etmeye başlayan bu uğraş biçimi, ilerleyen dönemde toplumu meşgul eden bir çeşit ‘‘kültür’’ halini almıştır. İşlev açısından en eski ve etkili örneklerine Abdülmecid Dönemi’nde rastladığımız jurnalcilik anlayışı, süreç içerisinde Osmanlı toplumunda giderek önem kazanmış ve devletin işleyişinde etki alanını arttırmıştır.
Bahsi geçen etki alanına dair örneklerden belki de en ilgi çekici olanı, Şûrâ-yı Devlet âzâsından ‘‘M. S. Bey’’in II. Abdülhamid’e 25.000 jurnal vermekle övündüğünün kayda geçmesidir.[1] Elbette nazar-ı dikkati celbedecek husus burada 25.000’in büyüklüğü gibi görünse de aslında bu uğraşın bir çeşit ‘‘övünç kaynağı’’ halini almasıdır. Bu jurnallerin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı bilinmemektedir lakin Yahya Efendi Dergahı’nda kütüphane kuran Hacı Mahmud Efendi’nin dahi (ki Abdülhamid’in en çok itimat ettiği zatlardan birisidir) jurnal edilmesi, gelinen noktada ‘‘doğru olanı aktarma’’ işlevinden ziyade ‘‘çıkar elde etme’’ anlayışının vuku bulduğunu göstermektedir. Bu vakadan kısaca bahsetmek gerekirse, Hacı Mahmud Efendi şeker hastalığından muzdarip bir şekilde hasta yatağında yatmakta iken Fehim Paşa tarafından hakkında birçok jurnal iletilmiş ve en sonunda Abdülhamid tarafından ‘‘Ölüm döşeğinde bile olsa yarın bayram alayında olacak!’’ şeklinde bir irade tesis edilmiştir.[2] İşin ironik kısmı, bu jurnallerde Hacı Mahmud Efendi’nin hasta olmadığı, bayram alayında Sultan’a yapılacak suikast sebebiyle orada bulunmak istemediği ve evde yatıyor olması gerekirken Büyükada’da görüldüğü gibi bilgilerin yer almasıdır.[3] Görülebileceği üzere, gelinen noktada önemli olan bilgilerin doğruluğu değil, bilgilerin var olmasıdır.
İkinci bir örnek olarak zikredebileceğimiz Serasker Rıza Paşa’nın, ‘‘meşrutiyet’’ fikrini Sultan ile konuştuktan sonra Said Paşa’nın yolladığı bir ‘‘jurnal’’ ile bahsi geçen fikirlerinde iyi niyet gütmediği ve ‘‘Sultan Abdülaziz’in hal’inde medhaldar olan Süleyman Paşa’nın yetiştirmesi’’ olduğu şeklindeki iddialarla görevinden azledilmesi kayda değerdir.[4] Yine ironiktir ki 22 Temmuz 1908’de ‘‘Meşrutiyet fikrini aktarması’’ sebebiyle azledilen Rıza Paşa, 23 Temmuz’da Meşrutiyet’in yeniden ilan haberini alacaktır. İlginç olan bir başka husus da Rıza Paşa’nın bu fikri Sultan’a aktardığında aldığı cevabın ‘‘Serasker Paşa! Ben Kânûn-ı Esâsî’yi milletin elinden almadım ki…’’ şeklinde olmasıdır.[5]
Örneklerin de aksettirdiği üzere ‘‘Jurnal Kültürü’’, her ne kadar İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve ilerleyen süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla (tabiri caizse) ‘‘lanetlenen’’ bir anlayış halini alsa da devlet kurumlarında, 1954 yılındaki bir belgeden hareketle görülmektedir ki tekrar tertip edilmeye çalışılmıştır. Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet Arşivi’ndeki 30-1-0-0 fon, 18 kutu, 106 gömlek ve 26 sıra no’lu, 22.07.1954 tarihli belgeye göre Başbakan Adnan Menderes’e ‘‘Edebiyat Fakültesi genç öğretim üyeleri’’ imzasıyla bir mektup yollanmış ve birçok hoca jurnal edilmiştir.[6] Arşivde adeta ‘‘unutulmuş’’ denebilecek bu belgeden hareketle iddia sahipleri, Cumhuriyet Halk Partisi taraftarı olduklarını iddia ettikleri hocaları ‘‘Müfrit Halk Partililer’’ şeklinde, Komünizm taraftarı olduklarını iddia ettikleri hocaları ise ‘‘Müfrit Komünistler’’ şeklinde jurnal etmişlerdir. Mektup bölümünde kayda geçen hocaların ‘‘tasfiyesinin’’, zaten halihazırda bu türden bir uğraşı olan Demokrat Parti iktidarınca yapılmasının hayırlı olduğu ve bu konuda yardım etmek için bu isimleri saydıklarını bahsi geçen iddia sahipleri aktarmaktadır.[7] ‘‘Müfrit Halk Partililer’’ bölümündeki hocalar şu şekilde kayda geçmiştir:
‘‘Prof. Hamit Ongunsu (zaten müddetini doldurmak üzeredir)
Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu (aynı zamanda müfrit komünisttir)
Prof. Hilmi Ziya Ülken (komünistlerin ele başısıdır)
Prof. Mümtaz Turhan (aynı zamanda müfrit ırkçıdır)
Prof. Macit Gökberk (Şükrü Naili Paşa’nın oğludur, imanlı partizandır)
Prof. Mehmet Kaplan (aynı zamanda müfrit ırkçıdır)
Prof. Takiyettin Mengüşoğlu (dun zekâsıyla meşhur olup parti himayesiyle bu mevkiye ulaşmıştır, bu türlü profesörler üniversiteler için bir şindir)
Öğretim Görevlisi Sabahattin Eyüboğlu (aynı zamanda koyu komünisttir)
Doçent Süheyla Bayrav (koyu komünisttir ve Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun, Hilmi Ziya Ülken’in ve Sabahattin Eyüboğlu’nun sadık yardımcısıdır)’’.[8]
‘‘Müfrit Komünistler’’ olarak kayda geçenler ise şu şekildedir:
‘‘Prof. Hilmi Ziya Ülken (aynı zamanda müfrit halk partilidir)
Öğretim Görevlisi Sabhattin Eyüboğlu (aynı zamanda müfrit partizandır)
Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu (aynı zamanda koyu halk partilidir)
Doçent Süheyla Bayrav (koyu halk partilidir)
Doçent Halet Çambel (Mazhar Şevket himayesinde Avrupa’da Nazım Hikmet’le buluşmaktadır)
Doçent Mina Urgan (tanınmış komünistlerdendir)’’.[9]
Belgenin devamında iddia sahipleri, sadece Prof. Hilmi Ziya Ülken hakkındaki iddialarını, makalelerinin yayımlandığı ansiklopediler, kayınbiraderinin komünist olması, asistanlarına ‘‘Biz burada Ziya Gökalp’ın milliyetçiliğini yıkacağız, yerine Marksizm’i kuracağız.’’ demesi ve Cumhuriyet Halk Partisi büyükleriyle dostluğunun bulunması gibi yine bir dizi iddia üzerinden delillendirmeye çalışmışlardır.[10] Sadece Hilmi Ziya Ülken üzerinden uzun bir iddia listesi hazırlamaları, Hilmi Ziya Ülken’e yakın kişiler tarafından bahsi geçen belgenin oluşturulmuş olabileceğini akla getirir. Belgenin sonunda diğer hocalara dair de delillendirme yapabileceklerini lakin daha fazla rahatsız etmek istemediklerini aktararak bitirirler.[11]
Bahsi geçen hocaların görev tarihlerine bakıldığında bu jurnalin ciddiye alınmadığı ve görev yerlerinde değişiklik yapılmadığı görülmektedir. Buna karşın 27 Mayıs 1960’daki darbeden sonra hemen hemen hepsinin 147’ler listesine alınması da kayda değerdir. Sonuç olarak bir kültür olarak ‘‘jurnalcilik’’, bütün uğraşlara ve İkinci Meşrutiyet’ten 1954’e değin aradaki uzun periyoda rağmen tekrar icra edilmeye çalışılmış gibi gözükmektedir. Toplum hayatında önemli sıkıntılar arz eden, güven problemlerini ortaya çıkartan ve toplumdaki bireylerin birbirlerine yabancılaşmasını sağlayan bu ‘‘kültür’’, toplumsal birlik için gereken zeminin teşkilinde de bahsi geçen dönemlerde olumsuz etkiler yaratmıştır. Unutulmamalıdır ki Abdülhamid’in tahtan indirilmesine müteakip kurulan komisyonca incelenen jurnaller, devlet yönetiminde bulunan kişilerce bir çeşit silah olarak kullanılması ve halkın birbirine karşı güvenini zedeleyecek mahiyette olması sebebiyle birçoğu yakılmıştır.[12] Toplumlar, güven esasının sağlanabildiği ölçüde var olabildiği için bu ‘‘kültür’’, geçmişin bir aktarımı olarak devam ettirilmemeli ve ders alınacak mahiyette yine tarihin içinde kalmalı, tarih olmalıdır.
[1] Adsız, 30.12.1932, ‘‘Otuz Sene Evvel Bizi İdare Edenler: Patlayan Bomba, Muallim Manas Ef. Tarafından mı Atılmıştı?’’, Son Posta Gazetesi, no: 875, s. 10.
[2] Adsız, 7.8.1932, ‘‘Otuz Sene Evvel Bizi İdare Edenler: Verilen Jurnallerin Aslı Var Mıydı’’, Son Posta Gazetesi, no: 731, s. 8.
[3] Ibid.
[4] İ. Nuri Sir, 1.4.1951, ‘‘Abdülhamid ve Meşrutiyet Fikri’’, Tarih Dünyası Dergisi, cilt: III, sayı: 22, sayfa 950-953 arası, s. 952.
[5] Ibid. 951.
[6] BCA 30-1-0-0 18 106 26, 22.07.1954 tarihli belge.
[7] Ibid. 1.
[8] Ibid. 2.
[9] Ibid. 2.
[10] Ibid. 3.
[11] Ibid.
[12] Emrullah Tekin, 1997, “Hafiye”, DİA, cilt XV, sayfa 115-116 arası, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 116.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.