Balkanlar, Rumeli ya da Osmanlı coğrafyası… Ne derseniz deyin, hep görmek istediğim bir bölgeydi. Elbette yapıyı kitaplardan, fotoğraflardan çok iyi biliyorum. Ama görmeden o tat alınmıyor. Bu nedenle seyahate çıkmaya karar verdik. Elbette bir Evliya Çelebi olmadığımız gibi, bir rüya ile de yola çıkmadık. Ama Evliya Çelebi gibi gördüklerimi yazmak istedim. Hem serde yazarlık olunca da seyahatname ya da gezi yazarlığı da işin içine giriyor.
Birinci Gün (6 Temmuz 2024)
Sabaha karşı Yunanistan’a girdik. Dedeağaç ve Gümülcine’yi geçtik. Kavala’da bir dinlenme tesisine geldik. Tesisi beğenmedim. Temiz değil, kredi kartı geçmiyor. Ama bizim Sultanahmet esnafı gibi, Yunan esnaf, Türkçe öğrenmiş. Bununla birlikte Kuzey Ege kıyısındaki bölgelerin turizme açılmaması güzel. Takdir etmek lazım. Yol üzerinde birkaç Türk köyü gördüm. En çok dikkatimi çeken ise yol boyunca, bu bölgede gördüğüm tek termik santralin bir Türk köyünde olması…
Kavala’da Yunan bayrağı yanında birçok Bizans bayrağı gördüm. Özellikle kiliseler ve okullar, çifte bayraklı. Bazı evlerde de AEK bayrağı var. Ayrıca duvarlarda da PAOK yazılarını gördüm. Bunlar muhtemelen Türkiye’den göç edenler. Ayrıca Kıbrıs’la ilgili de çok sembol var. Rehber, Kıbrıs Harekâtı sırasında, bu şehrin çok gönüllü gönderdiğini ve çoğunun öldüğünü söyledi. Şehir, çok belirgin bir Yunan milliyetçiliği ile dolu. Bunun yanında sessiz ve kendi halinde bir şehir. Bir apartmanın girişinde benzin istasyonu görünce çok şaşırdım.
Ünlü Selanik’e geldik. Şehrin çeperinde gecekondu mahalleleri var. Bu kısımlarıyla Kavala gibi düzensiz bir şehir görünümü veriyor. Şehir merkezi, çok daha düzenli görünüyor. Ama burada da sahili turizme teslim etmemelerini beğendim. Bununla birlikte iki kez apartman altında benzin istasyonu gördüm. Üstelik biri, gaz istasyonu idi. Ayrıca birçok araba galerisi ve dükkân, bulundukları apartmanların kolonlarını kesmiş. Hatta birinde demirler görünüyordu. Beyaz Kule’nin çevresi ise çok güzel. İzmir’e benziyor. Bu bölgedeki lokantalar ise hem fiyat hem yemek kalitesi olarak İstanbul’dakilerin çok üzerinde.
Biraz önce Atatürk’ün evini gezdik. İçim acıdı. Her ne kadar evin olduğu arazi, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait olsa da Zübeyde Hanım’ın özlemi aklıma geldi ve o özlemi ruhumun derinlerinde hissettim.
Selanik ile Makedonya arasındaki bölge, büyük tarım arazileriyle kaplı. Ancak orman örtüsü, bu bölgede çok zayıf.
Ve Makedonya… Sınır kapısından girer girmez sağımızda bir cami ve etrafında bir Türk köyü… Karşısında da bir Makedon köyü… Yemyeşil Manastır yolundayız. Manastır, sakin, kendi halinde ve yemyeşil bir şehir. Osmanlı etkisi, her yerinde kendisini gösteriyor. Askerî idadiyi gezdik. Şehir meydanında koca bir çınarlık alan var. Osmanlı döneminden kalan çok sayıda cami var.
Ohri yolundayız. Yol yemyeşil… Resne’yi gördük, Niyazi Bey’imizi andık. Ancak çöplük alana şaşırdım. Çöpleri yakıyorlar. Vadiyi duman kaplamış. Belli ki geri dönüşüm uygulanmıyor. Bununla birlikte kasabaların evleri, bahçeli, iki katlı ve hepsinde meyve ağaçları var.
Ohri’ye geldik. Göl, çok güzel…
İkinci Gün (7 Temmuz 2024)
Ohri Gölü’nün kıyısındayız. Manastır ve Resne’de gördüğüm ilginç bir durum, burada da var. Çoğunluk şimdiki bayrağı kullansa da hâlâ Yugoslavya sosyalist döneminden (Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti) kalan, kızıl yıldızlı kızıl bayrağı kullananlar da bağımsızlık sonrasındaki ilk bayrağı kullananlar da görülüyor. 1990’lardaki bayrağı kullananların, özellikle göstermek istediği belli oluyor.
Aya Naum Manastırı’na geldik. Slavların Hristiyanlaşması noktasında önemli bir isim. Manastır, Ohri kıyısında. Manastırın suyunun tadı çok güzel. Mükemmel bir bölge. Tertemiz bir havası var. Göle ayağımı soktum. Çok güzel. Bir gölün bu kadar temiz kalmasını takdir etmek gerek. Bu arada manastırda bir Hristiyan Makedon kadının oğluna “Hajde cocuk” diye başlayan cümlesini duydum. O sırada bölge Türklerinden bir genç, “Ağabey, çocuk demesine şaşırdın, değil mi? Türkçe çok kelime var, Makedoncada” dedi. Peki; devamında ne dediğini sordum. “Oğlunu dua ettirmeye çalışıyor” dedi.
Şehir merkezini gezdik. Yarı Türk, yarı Arnavut, Ohrili bir genç, bizi gezdirdi. Aya Sofya Kilisesi’ni, Türk mimarisinin güzel örnekleri arasında olan Safranbolu tarzındaki evlerini, heykeller meydanını (Ohrili Aziz Naum, Aziz Kiril ve Metodis ile diğer Ortodoks azizleri ve eski Makedon örgüt liderleri) ve Ali Paşa Camisi’ni gezdik. Bu cami, birkaç yıl önce Türkiye tarafından restore edilmiş. İmam, Arnavut imiş ama Türkçesi mükemmel. Arnavutların dışında Makedonlar, az da olsa Türkçe biliyor. Türk dizilerinin etkisi… Çok temiz bir şehir. Osmanlı medeniyetini gördüm desem, yanlış olmaz.
Kalkandelen yolundayız. Yol üstünde pişi yapan bir yere uğradık. Oldukça büyük ve güzel. Bu yolun tamamında orman örtüsü çok gür ve yeşil. Yunan sınırı, aynı zamanda yeşilin de sınırı olmuş. Ülkeyi, neredeyse baştan başa geçtik. Muazzam bir orman örtüsü var.
Gostivar’dan geçtik. Köy ya da küçük bir kasaba gibi ama çok güzel. Bölgede Gostivar’dan Kalkandelen’e kadar uzanan geniş tabanlı vadi, bölge halkına çok bereketli bir tarım bölgesi sunmuş. Bu arada Gostivar çıkışında Yahya Kemal adını taşıyan bir okula daha denk geldik. Ohri’de de görmüştüm.
Kalkandelen, klasik bir Türk şehri gibi. Şehir, Müslüman Arnavut nüfus çoğunlukta ama hâlâ Osmanlı etkisi çok güçlü. Alaca Cami’yi gezdik. Mükemmel bir sanat eseri. Ancak camide imamın Arap gırtlağı ile ayetleri okuduğunu gördüm. İstanbul tarzı, camide bitmiş. Ayrıca cemaat içinde akıcı İngilizce konuşan ama tek kelime Türkçe bilmeyen (oysa, cemaatin tümü Türkçe biliyor) Arapları gördüm. Cemaat, maalesef sertleşmiş. Radikalleşmiş desem yeridir. Başka hiçbir camide olmayan bir olay oldu. Grubumuzdan birkaç kadını, örtüsünü yeterli görmedikleri için azarlayıp camiye almadılar. Umarım, düşündüğüm gibi değildir ama ben, Selefî etkisinin yüksek olduğunu düşünüyorum. Rehberimizi de uyardım.
Üsküp’e geldik. Tepede devasa bir haç var. Başkenti Avrupalı bir görünüme kazandırmak için heykeller ve binalar yapılmış. Başkentte trafik yok. Az araba, az insan. Vardar Nehri ve Köprüsü, Üsküp’ün Makedon kesimi ile Müslüman Türk ve Arnavut kesimini ayırıyor. Bu kesimde baskın bir Türk ağırlığı var. Özellikle Murat Paşa Camisi’ni çok beğendim. Üsküp’ü de beğendim ama Ohri kadar etkileyici değil. Akşam, Makedon Gecesi düzenlendi. Güzeldi.
Şimdiye kadar gördüğüm her yerde musluklardan su içilebilmesi çok hoş. Musluklardan, çeşmelerden buz gibi soğuk su akıyor. Ayrıca gerek Ohri’de, gerek Kalkandelen’de, gerek Üsküp’te olsun, camilerin şadırvanında abdest alanlar için temiz havlular bulunuyor.
Üçüncü Gün (8 Temmuz 2024)
Matka Kanyonu’na doğru yola çıktık. Kanyon, benzerleri gibi doğa harikası. Üzerinde bir baraj gölü yapılmış ve burada turlar yapılıyor. Çok güzel ve huzurlu. Havası tertemiz. Ancak yürüme yollarının kenarında -çöp kutuları belli ki sık sık boşaltılmıyor- çöpler birikmiş. Kanyondan çıktıktan sonra Kosova sınırına doğru hareket ettik.
Ve Kosova… Sınır kapısında hem Makedon hem Kosovalı polisler, üstünkörü bir kontrol yaptılar. Kosova’da Priştina’ya doğru ilerliyoruz. Köylerin çoğunun Arnavut olduğu belli oluyor. Hiçbir evde Kosova bayrağı görmedim ama Arnavutluk bayrağı çok var. Yol boyunca devasa tarım alanlarının olduğu, verimli bir ovadayız. Zaten Kosova da Makedonya gibi bir tarım ülkesi.
Şehit padişah Birinci Murad’ın iç organlarının defnedildiği türbesini ziyaret ettik. Şehit padişahı kalbimin en derin yerinde andım. Ne acı ki, Atatürk’ün doğduğu ev gibi bu türbenin de kaybı çok üzücü.
Prizren’e geldik. Pîrî Sinan Paşa Camisi, tam karşımızda. Burayı 1999’da Kosova Savaşı’nın ardından bölgeye giren Türk birliklerine halkın gözyaşı içinde sarılması ile hatırlıyorum. Çoğunluk Arnavut olsa da Türk etkisi çok güçlü. Tabii, mevcut siyasi durumla ilgili ABD ve AB etkisi de belli oluyor. Biraz önce bir düğün alayına denk geldik. Faytonda damat ve yanında gelinlik giymiş annesi vardı. Gelin ise eski tip bir otomobildeydi. Arabaların kenarlarına havlu bağlanmış. Ellerinde de köşesine havlu işlenmiş Arnavutluk bayrağı vardı… Çok ilginç.
Ve Arnavutluk… Ne Kosova ne Arnavut polisi pasaportlarımıza baktılar. Kosova’ya girerken de Makedon polisi, rastgele birkaç kişiye, Kosova polisi de başka birkaç kişiye bakmıştı. Çok şaşırdım.
Kuzey Arnavutluk’tayız ve hâlâ herhangi bir şehir yerleşiminden geçmedik. Yeşili bol ama çoğu, sanki son 20-30 yıl içinde oluşturulmuş. Birçok sel kalıntısı olan bölgede genç çamlar var. Yamaçlarda dağ keçileri gördük. Dümdüz kayalara tırmanmaya çalışıyorlar. Bu arada komünist Enver Hoca döneminden kalan koruganların birkaçını gördüm. Ama harabe durumda ve çöplük…
Saatler sonra ilk defa bir şehir yerleşimine geldik. Lesh… Adriyatik kıyısında bir şehir. Ancak çok düzensiz bir yerleşimi var. Bu bölge, genelde Hristiyan Arnavutlardan oluşuyor. Tepede büyük bir haç var.
İşkodra’yı geçtik. Karadağ sınırına doğru gidiyoruz. İşkodra, ülkenin önemli şehirlerinden. Müslüman nüfus bulunsa da çoğu Hristiyan. Nispeten düzenli görünse de şehirden çıktıktan hemen sonra boş arazilere çöpler ve inşaat atıkları yığılmış. Sanki herkes boş bulduğu yeri çöplüğe çevirmiş. Orta Arnavutluk için bir şey diyemem ama Kosova ve Makedonya’daki Müslüman Arnavut yerleşimlerine bakarak Müslüman Arnavutların daha temiz olduğunu söyleyebilirim. Osmanlı medeniyeti ve İslam inancının etkisi dersem, yanlış olmaz. Bu arada şehrin çıkışında bir kavşakta köpeklerle çevrili bir uluyan bozkurt heykeli görmek, beni çok şaşırttı. Arnavutlarda bozkurt motifi olduğunu bilmiyordum.
Dördüncü Gün (9 Temmuz 2024)
Karadağ’dayız. Budva yönünde ilerliyoruz. Yol boyunca birçok çiftlik evinin Amerikan tipi villalara dönüştüğünü gördüm. Bir tarafta eski tip, Balkan tarzında yapılar, bir tarafta Amerikan tipi villalar. Turizmin de etkisiyle Amerikan tesiri bölgede çok yüksek. Bir Müslüman köyü gördüm. Arnavut ya da Boşnak köyü olabilir. Ama bildiğim kadarıyla birkaç Türk köyü de var. O yüzden bir şey diyemem.
Yoksul bir Sırp (Karadağlı) köyünün yanından geçtik. Evler eski tip, tamamen taştan yapılmış. Eski tip mimarinin güzel bir örneği… Ama hayvanların bakımsızlığı ve insanların kıyafeti, fakirliği gösteriyor.
Aşağımızda Adriyatik Denizi uzanıyor. Sahili çok güzel. Karadağ çok güzel bir ülke. Sveti Stefán (Sırp kilisesinin kurucu babası) Adası’na doğru gidiyoruz. Mükemmel bir tarihî kompleks. Rehberin söylediğine göre Karadağ devleti, Singapurlu bir şirkete satmış. Singapurlu denince, aklıma ister istemez Çin geldi.
Budva’dayız. Çok güzel bir sahili ve doğası var. Mükemmel bir şehir. Ama dağları ve ormanları turizme açıp otellerle ve villalarla doldurmaya başlamışlar. Aklıma bizim kıyılar geldi. Hakkını yemeyelim, Yunanistan bu konuda çok daha bilinçli hareket ediyor.
Kotor’a gidiyoruz. Şehre giriş, 1 euro imiş. Eskiden olsa yanlış bulurdum. Ama günümüzde herkesin, her yere elini kolunu sallaya sallaya girdiği ve zarar verebildiği bir dönemde gayet doğal. Üstelik pahalı da değil. Belli ki sembolik. Ama bu bile birçok kişiyi durdurmaya yeter. Bununla birlikte Budva ve Kotor, Karadağ’ın turizm merkezleri olmasından ötürü, yaz nüfusu çok fazla ve altyapıları bu nüfusu kaldırmıyor. Bu yüzden de yol boyunca birçok yerde altyapı kazıları var.
Kotor’dayız. Çok güzel taş yapılar var. Çok güzel bir şehir. Orta Çağ, Rönesans ve Hümanizma devirlerinden kalan bir tarih abidesi. Şehir, klasik bir Avrupa şehri. İtalyan (Venedik) etkisi çok yüksek. Ancak şehrin Slavlaşması ile birlikte dinî yaşam da Ortodokslaşmış. En güzeli, şehrin doğal yapısı olduğu gibi korunmuş. Kendimi yüzlerce yıl öncesine götürdüm. Çok heyecan verici. Hayran kaldım.
Dubrovnik’e doğru yola çıktık. Dar bir vadideki Hırvatistan sınır kapısında epey bekledik. Şimdi tekrar Dubrovnik yolundayız. Yemyeşil dağ yollarının ardından Dalmaçya tipi kıyı şeridinin güzelliğini izleyerek ilerliyoruz.
Dubrovnik, muhteşem bir şehir. Burayı inciye benzeten Bernard Shaw haklıymış. Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri. Belki de en güzeli. Yugoslavya Savaşı yıllarından kalan izleri görmek üzdü… Her şeye rağmen güzelliği korunmuş. Kotor ile birlikte hayran kaldım. Hırvatistan’ın en turistik şehri olunca, fiyatlar da ona göre en yüksek seviyede.
Şehirden çıktık ve dağ yolundan Bosna güzergâhındayız…
Trebinje’ye geldik. Çok güzel ve sakin bir şehir. Şehrin ortasından güzel bir nehir geçiyor. Trebinje Nehri, şehrin Sırpça adı olmuş. Şehir, Sırp Cumhuriyeti bölgesinde. Şehirde bir cami gördüm. Her yer kilise ve katedrallerle dolu. Sosyalist Yugoslavya dönemine hasret içeren birkaç çıkartma gördüm. Gerek devlet binaları gerek diğer yapılarda Sırp Cumhuriyeti bayrağını, yan asıyorlar. Böylece Rus bayrağı gibi de görünüyor. Bunun bilinçli olduğunu düşünüyorum. Malum Sırplar, Rusların küçük kardeşi. Maalesef ruhen Bosna’dan kopmuş bir şehir.
Beşinci Gün (10 Temmuz 2024)
Blagay Tekkesi yolundayız. Sarı Saltuk’un makamlarından biri de orada… Yol boyunca Sırp ve Boşnak köylerinin yer aldığı bir geniş tabanlı vadiden geçiyoruz. Vadi tarım ve hayvancılık yapılan tarlalar ve mandıralarla dolu. Evlerin tümü taş…
Armija Republika (Cumhuriyet Ordusu) pankartlarının olduğu bir bölgeden geçtik. Savaş ve soykırım yıllarında ordunun ismiydi. Geçtiğimiz bölgenin iki camisi de çok şirin. Bölgenin evlerinde kiremit yerine, çoğunlukla taş kullanılmış. Bir de kilise var. Karışık bir yerleşimi var. Ardından geçtiğimiz iki yerleşim biriminde Hırvatistan bayrakları asılı. Buna bölgesinden geçtik. Meydanında Buna Belediyesi ile Hırvatistan bayrakları asılı. Bosna Hersek bayrağı yok. Halkının önemli bir kısmının hiçbir bağlılık hissetmediği bir ülke, nasıl yaşayabilir ki? Hiç sanmıyorum. Bu bile soy bağının yurttaşlıktan önemli olduğunu gösteriyor.
Blagay Tekkesi’ne geldik. Muhteşem… Osmanlı medeniyetinin eşsiz bir eseri. Su ile inancın kesişim noktası. Hayranım… Zaten bu turda en çok görmek istediğim yerlerin başında geliyordu. Suyu çok güzel ve soğuk. Ayağımı soktum, çivi gibiydi. Bu arada tekkenin girişinde üç Boşnak kız çocuğu var. Şortunun boyu diz altında olan erkeklere önlük veriyor. Bu arada tekke, hâlâ aktif. Birçok farklı tarikatı barındırmış. Her ne kadar Bektaşiliğin olduğu söylense de tekkenin kitabesinde yazmıyor. Rufailik, Nakşibendilik ve daha birçok tarikat etkili olmuş. Burada Sarı Saltuk’un da bir makamı bulunuyor.
Mostar’dayız. Karşımda o eşsiz Mostar Köprüsü. Aklımda ise Hırvat topçusunun köprüyü yıktığı an… Mostar, tarihî açıdan çok güzel ve önemli. Ancak camiler, namaz vakitleri dışında kapalıymış, açıkken de gezmek isteyenler, zaten parayla girilebiliyor. Hırvat etkisi çok yüksek. Türk konsolosluğuna elli metre mesafedeki, Hırvat olduğunu düşündüğüm bir esnaf, Türk olduğumuzu anlayınca dükkândan çıkardı. Bununla birlikte Sırp ve Hırvatların, Türk ve Türk kaynaklı Boşnak nefreti ise çok fazla. Bu durumu, Saraybosna’dayken yerel rehberimiz “Beş yaşındaki bir Hırvat ya da Sırp çocuğun gözlerine bakın, bize karşı nefret görürsünüz” diyerek anlattı. Biz de yaşayarak gördük.
Saraybosna yolundayız. Ancak buraya kadar Bosna Hersek diye bir devletin var olduğuna tanık olmadım. Bosna bayrağı ise ancak camilerde ve bazı devlet kurumlarında var. Her yerde Hırvat ve Sırp bayrakları.
Koniçe’den geçiyoruz. Bir Boşnak şehri. Burada Bosna Hersek devletinin var olduğunu ancak hissedebildim. Şehir, hâlâ savaş ve katliam yıllarının izlerini taşıyor. Birçok binada mermi izleri var.
Saraybosna’ya geldik. Güzel bir şehir. Türk etkisinin yoğun olduğu, Osmanlı’dan kalan eski şehir ise çok güzel. Bu kısım, adeta Gazi Hüsrev Bey’in şehri olmuş. Camisi, bedesteni, medresesi, tuvaleti ve daha nice eseri ile. Tuvaletin hikâyesi ise ilginçmiş. Gazi Hüsrev Bey, Dalmaçya’dan Hırvat taş ustalarını getirince ustaların rastgele pislemesinden ötürü tuvaleti yaptırmış. Aslında hâlâ Müslüman ve Hristiyan yerleşimlerinin medeniyet farkında tuvalet temizliği büyük yer kaplıyor. Hristiyan çoğunluklu yerlerde taharet musluğu olmadığı gibi Türkçe bilen Hristiyanların, Türk müşterilerin şikâyetini duyunca “kâğıtla silince yetmiyor mu” dediğini duydum. Osmanlı medeniyetindeki su kültürü, camilerde, tekkelerde “Biz, sizi sudan yarattık” ayeti ile kendisini gösteriyor. Bunun bir diğer yansıması ise suyun temizliği. Her çeşmeden, musluktan su içilebiliyor ve tadı çok güzel. Çeşmelerle ilgili birçok inanç oluşmuş. Camiler, burada da sadece namaz vakitlerinde açılıyor. Bakırcılar Sokağı, muhteşem bakır ve kalay işlemeleriyle dolu. Hâlâ bu sanat devam ediyor.
Altıncı Gün (11 Temmuz 2024)
Saraybosna’dan çıktık. Sırbistan’a doğru gidiyoruz. Maalesef Saraybosna’dan hemen sonra Bosna Sırp Cumhuriyeti bölgesi başlıyor. Bugün, ayrıca Srebrenika soykırımının yıl dönümü. Sırpların yaptığı soykırım, yanlarına kaldı. Srebrenika da Sırpların Saraybosna pazar yerini vurduğu dağlar da Sırp bölgesi içinde. Bölgede NATO var. Ama Birleşmiş Milletler’in Hollandalı askerleri, Boşnakları sattığı gibi NATO da satabilir. Neyse ki NATO gücü içinde Türk birliği de var. Zaten, ABD’yi saymazsak, Sırplar, sadece Türklerden çekiniyor.
Yol, yemyeşil. Hava ve su çok temiz. İçme suyu çok lezzetli. Zaten Balkanlar’ın çoğu yemyeşil. Bu arada bazı Sırp köylerinde Kuzey Avrupa mimarisi dikkat çekici. Tabii, bunun ekonomik durumla ilgisi var.
Drina kıyısına indik. Aklıma İvo Andriç’in ünlü Drina Köprüsü romanı geldi. Nehir boyunca kuzeye yöneldik. Nehrin diğer tarafı Sırbistan. Bu arada bazı köylerin mezarlığı, eski Osmanlı mezar taşları ile dolu. Köylerin geçmişini gösteriyor. Ama bugün çoğunda sadece Sırplar yaşıyor. Drina’nın Sırbistan tarafında ise camiler görülebiliyor. Bu köylerde, hâlâ Müslüman nüfus çoğunluktaymış.
Sırbistan’a girdik. Sava ve Sava’ya akan nehirlerin suladığı büyük ovalarla kaplı bir tarım ülkesi. Zaten Balkanlar, baştan başa tarım ve hayvancılıkla geçiniyor.
Belgrad’a girmek üzereyiz. Yol boyunca Sırbistan ve Bosna Sırp Cumhuriyeti bayrakları var. Şehir, krallık, sosyalizm ve günümüz olmak üzere üç ayrı dönemin izlerini taşıyor. 1999’da Kosova katliamını durdurmak üzere NATO uçaklarının vurduğu Savunma Bakanlığı binası etkileyici. Bunun dışında şehir yapıları, Orta Avrupa tarzında ve çok güzeller. En güzel yeri ise Kalemeydan. Sava’nın Tuna’ya katıldığı muhteşem bir manzara. Tuna ise başlı başına hayran olunası bir güzellik. Tuna kıyısındayken kendimi atını Tuna’da sulayan bir akıncı gibi gördüm… Yüzlerce yıl öncesinde yaşamanın etkisi…
Yedinci Gün (12 Temmuz 2024)
Belgrad’dan yola çıktık. Sofya’ya doğru gidiyoruz. Gezimizin son günü. Dolayısıyla seyahatnamemizin de son bölümü. Ondan sonra ver elini, İstanbul…
Sırbistan, koca bir tarım ülkesi. Muhtemelen Balkanlar’ın en önemli tarım ülkesidir. Diğer Balkan ülkelerinin (Yunanistan dışında) yemyeşil örtüsü, burada yok. Ormanlar, sadece tepelerde var. Sırbistan’ın bu kadar sıcak olduğunu bilmezdim. Belgrad’da bugün 42 dereceye kadar çıkıyormuş. Hava durumu öyle söylüyor. Önümüzdeki günlerde ise 44 derece olacakmış. Biz, İstanbul’da, hep Balkanlar’dan gelen soğuk havaya alışkındık. Meğer Afrika sıcakları, Balkanlar’a yerleşmiş. Belgrad bile kendisini Adana sanıyor. Ama Adana nere, Belgrad nere… İşte, karasal iklim. Bir de Afrika bastırınca çok sıcak oluyor.
Bulgaristan’dayız. Diğer Balkan ülkeleri gibi tarım ülkesi. Sınır kapısında da AB üyesi olmalarından ötürü daha dikkatliler. Sofya’dayız. Duvarların birinde Çatalca’dan Makedonya’ya Büyük Bulgaristan haritası gördüm. Komünizm döneminden kaldığı belli olan çok sayıda bina var ve dökülüyor.
Şehir merkezi, Orta Avrupalı barok tarzında inşa edilmiş devlet binalarıyla dolu. Hepsi çok güzel. Bizans tarzında, Aya Sofya’yı örnek alınarak inşa edilen Sveti Aleksandır Nevski Katedrali’ni gezdik. 1912’de açılan katedralin, Balkan Savaşları ve Çatalca Cephesi’ni göz önüne alacak olursak, İstanbul’u almayı sembolize ettiği ortada.
Böylesine görkemli ve estetik yapıların yanında, şehrin ruhu yok. Ülke AB’ye girdikten sonra gençler göç etmiş. Bir zamanlar dokuz milyon olan nüfus, altı buçuk milyona düşmüş. Bir Türk esnaf, “Bu kadar genç giderse hayat mı kalır” dedi. Haklı… Bu arada Sofya’da da troleybüsler dolu. Tıpkı, Belgrad gibi.
Sofya’dan çıktık… Edirne’ye doğru gidiyoruz… Etrafımız devasa tarım arazileriyle dolu. Uyumuşum… Gözlerimi açtığımda Türkiye sınırı görülüyordu. İşte, Türk bayrağı… Tur sona erdi, memleketteyiz…
Çok güzel bir tur oldu. Elbette, aksaklıklar vardı ama bir şekilde çözülmeyen hiçbir şey yoktu. Beraber bir hafta geçirip Osmanlı coğrafyasını gezdiğimiz bütün arkadaşlara teşekkürler… Elbette, bize rehberlik yapan ve ara sıra destek olduğum değerli Ufuk Giriş hocama da çok teşekkürler…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.
** Bu yazıya şu şekilde atıf verebilirsiniz:
Kutlu Altay Kocaova, “Seyahatname-i Rumeli yahut Gezi Günlüğü” https://www.fikirtepemedya.com/tarih/seyahatname-i-rumeli-yahut-gezi-gunlugu/ (Yayın Tarihi: 14 Temmuz 2024).
***Bu yazıyı PDF olarak indirebilirsiniz: