Yüzbaşı Ömer Seyfettin’in II. Abdülhamid’e Bombalı Saldırısı
Tarih, yazılabildiği kadar hatırlanabilen, hatırlanabildiği kadar da aktarılabilen bir mefhumdur. Bu yönü hasebiyle denilir ki bilinen tarih bilin(e)meyene kıyasla sadece yüzde ikilik kısma tekabül eder. Bu durumun büyük ölçüde arkeolojik yetersizliklerden, eğitim seviyesinden ve konunun kayda değer olmamasından/görülmemesinden kaynaklanması da elbette söz konusudur. Peki, neden hatırlanabildiği kadar yazılamaz? Yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden farklı olarak “hatırlama” eylemi, aslında kümülatif bir birikimin toplumsal dışa vurumudur. Bazen yöneticiler ve onlardan hareketle toplumlar, kendi özgür iradeleriyle bazı tarihî yaşanmışlıkları “hatırlamak” istemeyebilir. Örneğin Hititler, daha önce kardeşlik hukukuyla birbirlerine bağlı oldukları Ahhiyawa’ya karşı süreç içerisinde hasımlık beslemiş ve isimlerini tabletlerden ‘‘zımparalamak’’ suretiyle silmişlerdir.[1] Bu, kasıtlı bir “hatırlamama” eyleminin göstergesidir. İşte bu türden durumlar, tarihsel bir nitelik de taşımakta ve araştırmacıların döneme dair bulgulara rastlayıp yorumlamasına engel olmaktadır. Peki, bu tür bir durumla karşı karşıya kalındığında ne yapılabilir? Öncelikle söylemeliyiz ki araştırılan dönem uzaklaştıkça araştırmacının yapabileceği hamle sayısı da azalır. Bir noktadan sonra yapılabilecek tek şey, konuyu arkeologlara devretmektir. Buna karşın araştırılan dönem yakınlaştığı ölçüde hamle sayısı artmakta ve yeni kaynaklara başvurma imkanına araştırmacı haiz olmaktadır. Dönem şahitleri, hatıratlar, başka olayların içerisinde araştırılan konuya dair çok küçük ama faydalı nüanslar… Bunların tamamı, araştırmacının çizeceği portre nazarında paha biçilmez bir değere sahiptir. İşte bu noktada perspektifi biraz daha mikroya kaydırmaya araştırmacı mecbur kalır. Zaten “makro” dediğimiz unsur olan hakim güç, araştırılan olay veya kişiyi “hatırlamama” kararı vermemiş midir? Yani araştırılan konuyu hala daha makrodan hareketle bulmaya çalışmak, samanlığa iğneyi saklayan şahsa “Haydi şimdi o iğneyi bana geri getir!” demekle eş değerdir. Bu sebeple de araştırmacı, ya toplumdaki “marjinal”e inmek (yani araştırılan olayla bağıntılı kesime) ya da dönem şahitlerine başvurmak zorunda kalmaktadır.
Bahsi geçen olayı irdelerken bizim de zorunluluklarımız, mecbur kaldığımız metodolojik yöntem ve tavır kısaca bu şekilde vücuda gelmişti. Ortada arşiv belgeleriyle de sabitleyebildiğimiz bir suikast girişimi söz konusuydu lakin modern araştırmalar ve incelemeler bu konuda sessizdi. Muhtemelen “kayda değer” görülmemesinden kaynaklanan bir durumdu bu lakin içinde bulunduğumuz tarihte artık neyin “kayda değer” olduğuna dünün makro unsurları karar veremezdi, vermemeliydi. İşte bu noktada önceki yazımızda da kaynak olarak aldığımız ‘‘Son Posta’’ gazetesi imdadımıza yetişti. Bahsi geçen gazete, hem dönem olarak yaşanan olayların tanıklarıyla konuşabilmeye ve onlar sayesinde küçük ayrıntıları aktarabilmeyi haiz olması hem de olayların görece “taze” olduğu bir zaman diliminde yayımlaması bakımından önemlidir.
Peki, ne idi bahsi geçen bu “hatırlanmayan” veya “unutulmuş” olay? Arşiv belgelerinin aktardığı kadarıyla Hicri 1296 tarihinde Sultan 2. Abdülhamid, bir suikasttan kurtulmuş ve bu suikastın öncesinde de birçok defa böyle bir tertibatın yapıldığına dair uyarılmıştır.
İlk olarak 15.01.1296 tarihinde Vidinli Yusuf tarafından kaleme alınan bir jurnal ile Beyoğlu’nda gizli bir cemiyetin kurulduğu, bu cemiyetin Sultan Abdülhamid’e suikast planladığı ve Reşad Efendi’yi tahta geçirmek istediği hakkında bilgilerin aktarıldığı görülmektedir.[2] Akabinde 16.02.1296 tarihli bir belgede Nişli Mahmud tarafından Midhat Paşa ve taraftarlarınca bir suikast planlandığına dair jurnal gelmiş ve bu jurnalden hareketle de Divan-ı Harb’den karar çıkmıştır.[3] Birkaç ay sonra, 29.06.1296 tarihinde, İstanbul’da padişaha ve devlet ricaline suikast yapılacağına dair tekrar bir bilgi gelmiş ve bahsi geçen durum tekrar hükümet gündemine taşınmıştır.[4] Yine birkaç ay sonra Atina Elçiliğinden gelen bir mektupla İzmir Rum Hastahanesi’nde çalışan iki memurun ve “Benefşelizade” isminde birinin suikast tertip ettiğine dair bilgi gelmiştir.[5] Bu bilgiye yakın bir tarihte, yine bir jurnalden hareketle “Konstantin Karayanopulo” isimli bir Rum’un Yıldız Sarayı Camisi’nde suikast tertibinde bulunduğuna dair hükümete bilgi verilmiştir.[6] Bunun üzerine Konstantin Karayanopulo’nun bahçıvanı Ramazan tarafından öldürüldüğünü, padişahın ise 26.11.1296 tarihine gelinen süreçte çoktan suikasttan kurtulduğunu öğrenmekteyiz.[7] Nokta atışı bir tarihe bahsi geçen suikastı sabitlemek gerekirse de 04.10.1296 tarihli Avusturya İmparatoru’nun, padişahın suikasttan kurtulması hakkında memnuniyetini beyan ettiği mektup önemlidir.[8] Hemen ardından, sadece 10 gün sonra da İran Şahı durumla ilgili memnuniyetini belirten bir mektup yollamış yani suikastın etkileri bir süre daha devlet gündeminde kalmıştır.[9]
Elimizdeki bütün bu belgelerden hareketle Yıldız Sarayı Camisi’nde bir suikast teşebbüsünün yaşandığını, bu teşebbüsün Hicri 1296’ya denk geldiğini ve suikastı düzenleyen kişilerden birinin Rum asıllı olduğunu özet şeklinde tablo haline getirebiliriz. İşte bu noktada Son Posta gazetesinin 27 ve 28 Kasım 1932 tarihli nüshalarına başvurmakta yarar vardır. Bahsi geçen nüshalarda 12 Rabiülevvel 1296’ya denk gelen bir suikast teşebbüsünün hikayesine yer verilmiştir.
“Yine bir bayram alayında, bir jurnal takdim etmişler: bayram namazı kılınırken camide saklı olan bir bombanın infilâk edeceğini haber vermişlerdi. Abdülhamit, bu jurnalden bahsederek bu hususta ne tedbir ittihaz ettiğini Hasan Paşa’dan sordurdu. Hasan Paşa, bilâ tereddüt: ‘‘Cami, Allah’ın evidir. Allah’ın evinde muhafız da ancak Allah’dır. Efendimiz müsterih olsunlar, hiçbir şey olmaz’’ diye cevap göndermiştir.”
“Malûmdur ki Rumların ‘Legofet’ isminde meşhur bir aileleri vardır. 1294 senesi esnalarında bu aile efradından iki kardeş, bir miras meselesinden dolayı kavga etmişlerdi. Bu kardeşlerden küçüğü Avrupa’ya gitti. Kardeşinden intikam almak için anarşistlere iltihak etti.
Bir müddet sonra İstanbul’da bulunan büyük biraderine, nedameti havi bir mektupla küçük bir anahtar ve bir de gayet zarif işlemeli bir çekmece gönderdi. Bu hareketten müteessir olan büyük birader, çekmecenin muhteviyatını anlamak için anahtarı kilide sokar sokmaz müthiş bir infilak husüle geldi. Bu gafil adamcağız başının birçok yerlerinden cerihadar ve hatta iki gözünden de mahrum oldu.’’[10]
‘‘Bu hadisenin faili bir süre sonra İstanbul’a geldi. İhtida etti. ‘Ömer Seyfettin’ (adıyla) tesmiye etti. O esnada teşekkül etmiş olan ‘Mevkibi Hümayun’ alayına girdi. Zadegândan olduğu için kendisine yüzbaşılık rütbesi verildi. Fakat birkaç ay sonra Abdülhamit, bu alayları lağvetti. Yalnız bu teşkilâttan bir hatıra kalmak üzere alaylardan üç yakışıklı zabiti maiyetine yaver almak istedi. Bilâhare paşalık rütbesine nail olan Vehbi ve Kenan Beylerle bu ‘‘Ömer Seyfettin’’, bu suretle Abdülhamid’in yaverleri meyanına girdi.
1296 senesi rebiülevvel ayının on ikinci gününe tesadüf eden mevlüt alayı, Mecidiye Camisi’nde icra edilecekti. Abdülhamid, kır bir ata binmiş olduğu halde, debdebe ile Yıldız Sarayı’nın Mecidiye Kapısı’ndan çıktı.”[11]
“Camiye doğru ilerledi. Binek taşının önüne geldi. Tam attan ineceği zaman bu yaver, Ömer Seyfettin, hemen yerinden fırladı. Kolunu kaldırdı. Elinde yuvarlak bir kumbara vardı. Bu kumbarayı Abdülhamid’in üstüne fırlatacaktı. Lakin derhal yakaladılar ve Abdülhamid’in hayatını kurtardılar.
Mühtedi Ömer Seyfettin derhal Beşiktaş karakoluna götürüldü. İsticvap edildi. Bu cür’etkâr adam, hiçbir şey saklamayarak anarşist olduğunu ve bilhassa hünkârı öldürmek için İstanbul’a geldiğini, ihtida ettiğini, Mevkibi Hümayun’a girdiğini ve sonra kolayını bularak seçilen üç zabit meyanına kendini de ithal ettirdiğini itiraf etti.
Hasan Paşa, maiyetine birkaç kişi aldı. Ömer Seyfettin’in Beşiktaş’daki evine giderek aradı. Birçok silâh ve cephane çıkardı. Sonra, Arnavutköyü’nde oturan Ömer Seyfettin’in eniştesi ‘Con Papadoplo’un evini bastı. Orada da taharriyat yapacaktı. Fakat eve girerken silâhla karşılandı. Seri ateşli ‘Vincister’ tüfeği ile üzerine kurşun yağdırılmasına rağmen mütecasiri yakaladı. Bu ev taharri edildiği zaman, mükemmel bir bomba imalâthanesi olduğu anlaşıldı.
Memleketimize ilk defa anarşistliği sokmak isteyenler, bu suretle büyük bir muvaffakiyetsizlik karşısında kaldı, bundan sonra da böyle bir vak’a duyulmadı.”[12]
Bahsi geçen bu dönemde (arşiv belgeleriyle de takip edilebileceği üzere) birçok monarka karşı suikast teşebbüsleri yaşanmıştır. Örneğin Hicri 1295’te Alman İmparatoru ve İspanya Kralı’na, 26 Ağustos 1296’da Rus İmparatoru’na ve en sonunda da II. Abdülhamid’e suikast teşebbüsünde bulunulmuştur.[13] Bu teşebbüsten hemen hemen iki yıl sonra II. Aleksandr, II. Abdülhamid’e karşı yapılan saldırının emsalinde bir bombalı eylemin hedefi olmuştur. Bu yönlerinden hareketle II. Abdülhamid’e denenen suikastın, Rusya’daki ‘‘Narodnaya Volya’’ örgütü için adeta ‘‘örnek’’ teşkil ettiği iddia edilebilir.
Arşiv belgeleriyle gazetenin aktarımı bazı küçük farklılıklar arz etse de muhtemelen aynı olaydan bahsetmektedir. Rum çetecilerinin Yıldız Sarayı’na yakın bir yerde düzenlediği, Hicri 1296’ya denk gelen suikast girişimi… Farklılıklar, geçen zamanın uzunluğuna ve olayın az bilinmesine bağlı olmalıdır. Gazetedeki “bundan sonra da böyle bir vak’a duyulmadı” şeklindeki aktarım da bahsi geçen iki vakanın aynı olduğu noktasındaki kanaatimizi kuvvetlendirmektedir. İlginçtir ki arşiv belgeleri kurcalandığında bu suikast denemesini gerçekleştiren Konstantin Karayanopulo’nun daha önceden de Girit’e sürüldüğü yani sabıkalı bir şahıs olduğu görülmektedir.[14] Gazetede de geçtiği üzere “yakalandıktan” yani (belgelerde geçtiği şekliyle) “bahçıvanı tarafından öldürüldükten” sonra üzerinden çıkan evrakın tamamı incelenmiş, suça meyilli olduğu ve mental açıdan ‘‘yabancılaşma’’ çektiği saptanmış, ardından da yetkili mercilere aktarılmıştır.[15] Bahsi geçen belgede vakanın “bayram alayı” esnasında yaşandığının da aktarılması, gazetede yazan teşebbüs ile Konstantin Karayanopulo’nun teşebbüsünü birbirine eşler niteliktedir. Velhasıl bu unutulmuş suikast denemesi, Cihan Harbi’nin başlangıcı için adeta ilk denemeleri ve dönemin “monark karşıtı” havasını yansıtması bakımından karakteristiktir.
[1] Beckman G.M. – Bryce T.R. – Cline E.H., 2012, The Ahhiyawa Texts, Society of Biblical Literature: Atlanta, s. 282.
[2] BOA Y..EE.. 19 41, H-15-01-1296 tarihli belge.
[3] BOA Y..EE.. 23 36, H-16-02-1296 tarihli belge.
[4] BOA Y..A…HUS. 161 54, H-29-06-1296 tarihli belge.
[5] BOA Y..EE.. 40 84, H-01-09-1296 tarihli belge.
[6] BOA HR.SFR.3… 264 12, M-20-09-1879 tarihli belge.
[7] BOA Y..PRK.AZN. 1 16, H-09-10-1296 tarihli belge; BOA Y..A…HUS. 162 119, H-26-11-1296 tarihli belge.
[8] BOA Y..PRK.NMH. 1 66, H-04-10-1296 tarihli belge.
[9] BOA Y..PRK.NMH. 1 67, H-15-10-1296 tarihli belge.
[10] İki alıntı için de bkz. Adsız, 27.11.1932, ‘‘Otuz Sene Evvel Bizi İdare Edenler: Abdülhamid’e Suikast Yapmak İsteyen Ömer Seyfettin Hemen Yakalandı’’, Son Posta, no: 842, s. 6.
[11] A.e.
[12] Adsız, 28.11.1932, ‘‘Otuz Sene Evvel Bizi İdare Edenler: Hasan Paşa Abdülhamid’in En Çok Emniyet Ettiği Adamdı’’, Son Posta, no: 843, s. 8.
[13] BOA Y..A…HUS. 459 41, H-13-05-1295 tarihli belge; BOA Y..PRK.NMH. 1 38, H-04-11-1295 tarihli belge; BOA Y..A…HUS. 160 106, H-24-04-1296 tarihli belge.
[14] BOA HR.MKT. 834-82, H-17-04-1291 tarihli belge.
[15] BOA HR.SFR.3… 264 – 13, M-21-09-1879 tarihli belge.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.